1890...
Makalenin başlığını gören ailem ve çok yakın arkadaşlarım ne demek istediğimi hemen anlamışlardır. Çünkü bu tarihi kim bilir benden ne kadar çok işitmişlerdir.
Ve 1890 yılı civarı doğmak istediğimi artık ezberlemişlerdir.
Dünyaya çok geç geldiğimi düşünüyorum. Kişilik yapımın ve düşünce sistematiğimin bunda büyük etkisi var. Geçmişe bağlı, teknolojiden pek haz etmeyen, insan ilişkilerinde karşılıklı nezaketi ve saygıyı esas alan yapımla 21. yüzyıl yerine 20. yüzyıla ait hissediyorum kendimi.
Zaman ilerledikçe özellikle ülkemizdeki siyasi iklimin de etkisiyle insan ilişkilerinin hoyrat, özensiz, vefasız, saygı ve nezaketten uzak hale gelmesinden ve nobranlaşmasından çok rahatsızım.
***
Yazılarımda çok sık tekrar ettiğim için artık biliyorsunuz: Kanaatimce Türk toplumu yapısını ve özünü 1970’li yılların sonuna kadar koruyabilmiştir. Ne olduysa 12 Eylül 1980 felaketinin ardından memlekette uygulanan neoliberal politikalardan sonra olmuştur.
1980 öncesinin o pek çok üstün hasletlere sahip Türk insanının bu değerleri ne yazık ki çok aşındı. Toplum hayatı yozlaşmış, bireycilik ve bireysellik cehaletle birleşerek hiçbir kural tanımadan yükselmeye başlamıştır.
Toplum ve insan ilişkileri yıpranmış, aşınmış, zaman zaman yozlaşmış ve sonuç olarak son 15 senedir de toplum ortadan ikiye bölünerek kutuplaşmıştır.
Tüm bunların sonucunda derinliği olan rafine insan ilişkilerinin yerini hızla yüzeysel, mekanik, çıkara dayalı yaklaşımın almasından çok şikâyetçiyim. Bilgisizlik ve cehalet de bu olumsuz ortamı destekliyor.
***
Ayrıca teknolojinin ve sosyal medyanın bu konuda yaptığı kötülük dolu katkılarını da ilave etmeliyim. Teknolojinin pek çok yararlarını ve hayatı kolaylaştırıcı etkilerini elbette ki inkâr etmiyorum.
Biz görürüz ya da göremeyiz bunu bilemem ama bir zaman sonra teknolojinin insanlara zararının faydalarından çok daha fazla olacağını öngörüyorum. Çünkü teknolojiyi yönlendiren insan ve ben kötü niyetli insanlara hiç güvenmiyorum.
Bozulan insan ilişkilerinden de, teknolojinin insan ilişkilerini muazzam boyutlarda olumsuz etkilemesinden de çok mustaribim.
Teknoloji konusunda temel hoşnutsuzluğum, internetin keşfiyle çığrından çıkan sosyal medyanın toplum üzerinde yaptığı tahribat ve insanî ilişkileri bir bilgisayara hatta bir telefona indirgemesidir.
Aynı odada ya da aynı yemek masasında otururken birbirleriyle sohbet etmek yerine sürekli telefonlarıyla meşgul olan ve çevre ile bağlantısını kesen o kadar çok gençle ve hatta yetişkinle karşılaştım ki...
Bu sebeplerledir ki hiçbir sosyal mecrada yokum; asla da olmayacağım.
Çok yazık ki sadece insana özgü olan iletişim ve temas göz göre göre ölüyor...
Ben; göz, söz ve tensel temasa dayalı insan ilişkilerini savunmaya ve kendi hayatımda ısrarla uygulamaya devam edeceğim.
Özet olarak aktarmaya çalıştığım bu görüşlerimden dolayıdır ki 1890’da doğmalıymışım diye düşünüyorum.
***
Eğer o tarihte doğsaydım, 1880’li yıllarda doğan eşsiz Atatürk ve o neslin muhteşem vatanseverleriyle aynı yaşam dönemini paylaşacak ve belki onlarla birlikte çalışacaktım.
İstiklâl Harbi sırasında 30’lu yaşlarımın başında, Cumhuriyet’in ilanında ise 33 yaşımda olacaktım. Cumhuriyet’in yarattığı mucizelere kendimce katkı verecektim.
Artık ömrüm ne kadarsa; 1930’lu, 40’lı, 50’li ve belki de sonrasının kaliteli, seviyeli, saygılı ve nezaketi esas alan insanlarıyla beşeri ilişkiler yaşayacaktım.
İnsana ‘insan’ olduğu için değer verilen bir atmosferde hayatımı sürdürecektim.
Bugünün aksine utanma duygusunun var olduğu toplumun bir bireyi olacaktım.
Cumhuriyetçilerin ezici çoğunlukta olduğu bir toplumda ‘soluk’ alacaktım.
“Beyoğlu’na kravatsız çıkılmadığı” o günlerde İstiklâl Caddesi’nde yürüyecektim.
Laubaliliğin ve sakilliğin zirvesindeki sayısız radyo-televizyon kanallarının ve programlarının yerine; eğitici-bilgilendirici ve müzikle, radyo tiyatrolarıyla eğlendirici tek kanallı “Türkiye Radyoları”nı dinleyecektim.
1950’li yıllarda ‘modern bir Avrupa sahil şehri‘ olan cânım Mersin’imin ‘vahşice betonlaştırılmış’ hâlini görmeyecektim.
Sosyal medya ya da envai çeşit teknolojik mesaj yerine hâlâ mektup yazıyor ve mektup alıyor olacaktım.
Ve daha niceleri...
***
Çok mu nostaljik oldu? Varsın olsun.
Bir zamanlar böyle bir Türkiye’nin var olduğunu düşünmek bana iyi geliyor...
Nezaket ve saygının egemen olduğu o güzel günleri anmak içimi ısıtıyor...
***
Tüm bu duygu ve düşüncelerimi toparladığımda işin özü olarak ortaya ‘insan’ çıkıyor.
Her şeyi yapan insan...
İyisiyle, kötüsüyle...
Ve sanırım, 1890’da doğmayı isteyerek artık ulaşılması imkânsız olan bir başka zamanın insanî özelliklerini ve ilişkilerini özlüyorum...
Asuman ateş 5 Eylül 2020
Küçük hesaplarla kabaran büyük hesaplar Ve değişmez çığlığı insanoğlunun, Ben, ben, ben... Sen yok musun? Onlar yok mu? Biz yok muyuz? Nereye bu gidiş? Delicesine pupa yelken. ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN Tebrik ediyorum Mehmet bey, sizle aynı duyguları taşıyorum.İnsanoğlu çıldırdı, duygularını kaybetti.
Mehmet S. Nane 5 Eylül 2020
Teşekkürler Asuman Hanım. Maalesef size katılıyorum. İnsanî değerler yok oluyor demeye dilim varmıyor ama çok aşınıyor, çok yıpranıyor ve yozlaşıyor.
İbrahim Cevher Cevheri 5 Eylül 2020
Mehmet Bey, 1890'da doğmuş olsaydınız, Harbiye mezunu genç bir subay olarak Trablusgarp ve Balkan Harplerinde Mustafa Kemal Bey'le silah arkadaşlığı yapacaktınız belki. Çanakkale'de 19.Tümen bünyesinde onunla omuz omuza vuruşacaktınız hatta. Filistin-Suriye-Irak Cephesinde Yıldırım Ordularının dağılması dramını Mirliva Mustafa Kemal Paşa'nın Kurmay Başkanı olarak yaşayacaktınız sanki. Hayal dünyanızın zenginliğine, haddim olmayarak bir bölüm de ben eklesem dedim..
Mehmet S. Nane 6 Eylül 2020
Cevher Bey, katkınıza teşekkür ederim. Mustafa Kemal’in yazdığınız hayat dönemleri de dahil, hayatının herhangi bir döneminde onunla birlikte olmak ve çalışabilmek büyük bir ayrıcalık olurdu gerçekten de.
Buna ilaveten, yazıda da aktarmaya çalıştığım üzere, o zaman dilimlerinin ve sonrasının pek çok güzel hasletlere sahip beşeri ilişkilerini de yaşamış olurdum.
Sanırım benim düşüncemi paylaşanlarla hasretimiz ortak: Bir başka zamana ait, saygıya ve nezakete dayalı insani ilişkiler...
Ahmet Aslan 6 Eylül 2020
Yaşım gereği 1970 lerin ilk yılları Anadolu’nun ortasında Yozgat ta, Çalışan üreten çiftçi bir Ailenin MUTLU gelecekle ilgili UMUTLU Çocuğu.. 1970 lerin sonlarında, Memleketi için hayalleri olan Ülkesinin aydınlık geleceği için mücadele etmeye ve bu uğurda gerekirse bedel ödemeye hazır, MUTLU ve gelecekten UMUTLU gençlerinden oldum.. O günlerde ATATÜRK’ü bu günkü kadar aramıyor idik. Çünkü ATATÜRK hala aramızda gibiydi. Hangi siyasi görüşten olursan ol, ATATÜRK Ve CUMHURİYET tartışılmaz ortak değerimizdi.. Bu gün ATATÜRK’ü ve CUMHURİYETİN ilk yıllarındaki memleket sevgisini arıyor haldeyiz... NAZIM’ın dediği gibi, Bu gün düşündükçe memleketimi ÖFKELİYİM, MUTSUZUM ama UMUTSUZ Değilim...
Mehmet S. Nane 6 Eylül 2020
Size katılıyorum. Katiyen umutsuz değiliz.
Atatürk dönemindeki memleket sevgisini ararken, aynı zamanda, o dönemlerin beşeri ilişkilerini ve insanî hasletlerini de arıyor ve anıyoruz.
Nur Gonen 8 Eylül 2020
X kuşağından herkesin kendini bulabileceği, birbirleriyle buluşabileceği duyguları dile getirdiğiniz makaleniz muhteşem. Tabii bu cümlem, ötekileştirme gibi algılanmasın lütfen! "Biz jenerasyon olarak en şanslıyız." diye düşünenlerden olduğum için böyle ifade ediyorum. Gerek aldığımız eğitim, gerek sahip olduğumuz (ki bu en önemli unsur) görgü, bizi en şanslı nesil olarak attı hayatın ilk saflarına... Ve bu yüzdendir ki maneviyat ve bilgi olarak çok yakınsıyoruz 1890'lı yıllara. Doğru eğitimden aldığımız bilgiler doğru sezi ve görgüyle bütünlendiği için bilinçli maneviyata sahibiz. Güzel bir neslin geleceğine inancım hiç değişmedi. Çünkü herşeyden önce her konuda olduğu gibi bu konuda da Ulu Önder Atatürk'ün öngörüsüne kuvvetle bağlıyım. İşte bu noktada Biz ebeveynlere çok iş düşüyor. Milli değerlerimizi, maneviyatımızı, geçmişimizi, sahip olma sürecimizi, bugünlere nasıl geldiğimizi, tarih yazan bir ulus olma yolunda tüm dünyanın, En Büyük Lider olarak kabul ettiği Tek Adam'a sahip olmanın ne büyük ayrıcalık olduğunu.... Bugün ben her Anıtkabir'e gittiğimde gözlerim doluyorsa, askerlerin her nöbet değişiminde hüngür hüngür ağlıyorsam, o kurgulamadaki barut kokusunu alabiliyorsam, deftere her seferinde sayfalarca ve gözyaşlarıyla yazabiliyorsam; Alara da(kızım) bu duyguları en az benim kadar taşımalı....