Millî Mücadele ile İstiklâl Harbi kahramanları ve Cumhuriyet’in kurucu büyükleri (1) 

 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk

 

Başlarken: Bugünden itibaren her Pazartesi günü, toplam 9 hafta ve haftada 1 kişi olmak üzere Millî Mücadele, İstiklâl Harbi ve Cumhuriyet’in kurucu büyüklerinden 9 kişiyi bir yazı dizisi olarak kaleme almak istiyorum. (Atatürk dışındakileri alfabetik sırayla yayımlayacağım.)

Ülkemiz ve dünya gündemi ya da diğer konularla ilgili olacak yazılarımı hafta içi kaleme alacağım.

***

Sözüm sözdür.  
Ömrüm oldukça, okuyup-yazabildikçe, konuşup-anlatabildikçe kendi naçiz çapımda bu müthiş adamları asla unutturmayacağım.

***

İlk Söz: Dönemindeki muhaliflerin bile, “Hepimiz yine bir araya gelebilirdik ama O başımızda olmasaydı bunların hiçbirini gerçekleştiremezdik” diyerek hakkını teslim ettikleri, dünya tarihinin gördüğü emsalsiz dehalardan biri olan eşsiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun ideal, fikir, silah ve devrim arkadaşlarını yani bu muazzam adamları sevgiyle, saygıyla anıyor; onurlu, şerefli ve saygın hatıraları önünde tazimle eğiliyorum.

***

Bu yazı eşsiz Atatürk’ün hayat hikâyesini ya da biyografisini anlatmak iddiasıyla yazılmamaktadır. Zaten böyle bir şeyin bu mütevazı makalenin kapsamını çok aşacağı aşikârdır. 

Bu büyük adamın sadece 11 yıllık gençlik dönemini 500 küsur sayfalık kitabında anlatmaya çalışan naçiz bir yazar olarak bunun imkânsızlığının elbette ki farkındayım. 

Okuyacağınız makalede, benim doğumumdan 28 ve günümüzden de 83 sene evvel bu dünyaya veda eden bu dâhiye duyduğum derin ve dindirilemez özlemle tamamen kendime yönelik kişisel şeyler yazacağım.

***

Evet, daha evvel de bir yazımda söylediğim gibi, Atatürk’ün kaybına sanki onunla çok yakın temasta bulunmuş bir yakını gibi üzülüyorum. Hissettiğim bu yakınlık elbette ki kişiliğine duyduğum sevgi, saygıyla beraber; düşüncelerine, dünya görüşüne ve başardıklarına karşılık hissettiğim hayranlık ve saygıdan kaynaklanıyor.  
Ayrıca, çok geniş manada, yaşam tarzını da kendime çok yakın buluyorum.

Baştan söyleyeyim: Bu makale kişisel bir denemedir ve yazı boyunca herhangi bir metodoloji izlemeyeceğim. Olayları kronolojik olarak da vermeyeceğim. Sadece içimden geldiğince “insan Atatürk”e ait bir şeyler karalayacağım.

Tüm bunların ışığında, bu makale, Atatürk’ün hayatını ya da başardığı işleri anlatmayacağı gibi, bir anı yazısı da olmayacaktır.

***

Atatürk, benim kişisel görüşüme göre pek çok üstün niteliklere sahip bir dahidir. Tarihin ona yüklediği görevleri başarması bu dehası sayesindedir. 
O; askerî, siyasi ve diplomasi konularındaki üstün yeteneklerini “devlet adamlığı” kavramında somutlaştırmıştır.

Reformist değil, devrimci; mistisizmden ya da hurafelerden değil, kitaptan ve bilimden beslenen; yıkıcı değil, yapıcı; insanların seviyesine inen değil, onları kendi yüksek seviyesine çıkarmayı amaçlayan; toplumun içinde bulunduğu olumsuz şartlara boyun eğen değil, toplumu dönüştüren; geçmişe ya da bugüne takılmadan geleceğe yürüyen; dogmatik değil, bilimsel, analitik ve sorgulayıcı olan; maceracı değil, gerçekçi ve akılcı; saplantılı değil, açık görüşlü ve öngörülü; halka tepeden bakan değil, halktan biri; bağnaz, gerici ya da yobaz değil, çağdaş; fikirlerden korkan değil, özgür düşüncenin önünü açan; sanattan korkan değil, sanatı yücelten ve toplum hayatına sokan...

Ve bunlar gibi onlarca üstün vasfa sahip gerçek bir toplum önderi, gerçek bir liderdir.

En istemediği şey “tabulaştırılmaktır.”  Maalesef Atatürkçülük adına “insan” Atatürk’e çok uzun süredir bu yapılmakta, bilinçli bir şekilde tabulaştırılmaya hatta putlaştırılmaya uğraşılmaktadır!

***

Atatürk’ün bence en önemli belirleyici özelliği bilgiye ve öğrenmeye olan düşkünlüğü hatta “açlığıdır.”  
Kitap, hayatının vazgeçilmezidir.

Savaş meydanları dâhil her ortamda okur. Bu dünyaya vedasının ardından kütüphanesinde hepsi de okunmuş 4.000 kitabı (tam sayı 3.997’dir) bulunmuştur. Hepsinin okunmuş olduğunu kitap sayfalarına aldığı notlardan biliyoruz. 

Benim tahminim, savaşlar da dâhil olmak üzere bulunduğu görevler sırasında kendisine ait olmayan, “ödünç” olarak okuduğu birkaç bin kitap daha olduğudur.  
Bu tahminimi öğrenciliğinden itibaren arkadaşlarıyla kitap alış verişi yapmalarına dayandırıyorum.

Bu durum da göz önüne alındığında ortaya okunmuş en az 5.000 kitap çıkar ki bu rakam bir insanın tüm ömrünce okuyabileceği en fazla kitap sayısıdır. 

Hatırlatmak isterim ki bahsettiğimiz kişi henüz 20’li yaşlarından başlayarak çok hareketli bir hayat yaşamış, cepheden cepheye koşmuş, bir ülke kurtarmış ve devlet kurmuş ve çok genç bir yaşta da bu dünyaya veda etmiştir. İşte tüm bunları yaparken bunca kitap okunmuştur.

Cumhurbaşkanlığı döneminde Çankaya’da yaşarken geç saatlere kadar kitap okumasından dolayı gözleri yaşarmaktadır ve küçük boyutlarda kesilen tülbentlerle gözlerini silerek ve kısa bir süre kapayarak dinlendirmekte ve okumaya devam etmektedir.

Yazı ve konuşmalarımda gençlerimize Atatürk’ü örnek almaları konusunda daima tavsiyelerde bulunuyorum. İlk tavsiyem de değişmez şekilde kitap okumaları konusunda oluyor.

Bilgi her şeydir. Bilgi kulaktan duymakla, kulak dolgunluğuyla ya da sakil, pespaye televizyon programları izlenerek elde edilemez!   
Bilgi edinmenin en kesin, en doğru ve en güvenli yolu okumaktır.

Sevgili gençler, bilenle bilmeyen asla bir olmaz. Kitap okuyun, öğrenin ve bilgilenin. Hayatınızın çok daha iyiye gittiğini göreceksiniz.

***

Mustafa Kemal Atatürk‘ün tabiata büyük bir sevgisi vardır. Bu sevgi, bağlılık derecesindedir ve en önemlisi de doğaya saygı duyar. Onu korur. En ufak zarar verilmesine tahammülü yoktur.

Ve bu üstün özelliğe, bundan 100 sene evvel dünya henüz çok daha temiz, bakir ve bozulmamışken sahiptir. Hatırlayınız ki o dönemde ortada ne çevrecilik vardır ne doğayı koruma ne de böyle bir bilinç... 
İşte, çağının önünde olmak böyle bir şey...

Herkes, Yalova’da yaptırdığı evin inşaatı sırasında, projeye engel olan bir ağacın kesilmemesi için, o zamanın teknolojisinde evin temellerine yapılan işlemle metrelerce kaydırıldığını bilir. Bir ağaç için böyle uğraşan bir tabiat tutkunu var karşımızda.  Malûmunuz o ev, “Yürüyen ev” adıyla ünlenmiştir.

***

Yine bir ağaç ‘hikâyesi’:
Bir gün Ankara’dan Çankaya’ya giderken yol kenarında duran ıhlamur ağacının olmadığını fark eder. Soruşturduktan sonra yol genişletme çalışmaları için kesildiğini öğrenir ve müthiş üzülür.

Ankara Söğütözü’nde bulunan minicik kulübeye (O’nun güzelim Rumeli şivesiyle ‘koliba’) giderek dinlenmesi ve sırtındaki sorumluluklardan dolayı rahatlamak istemesi, “kıraç Ankara” toprağında olmaz denileni başararak muazzam bir çiftlik vücuda getirmesi (Atatürk Orman Çiftliği), İstanbul Florya’da büyük bir tutkuyla denize girmesi...

Nasıl unutulabilir...

***

Yeni nesle bu kadar güvenen, onlara bu kadar değer veren ve onlara sürekli seslenerek Cumhuriyet’i emanet eden... 
Gelecekte Cumhuriyet’e karşı olabilecek tehlikeler konusunda gençleri uyararak korumaya çağıran başka lider var mıdır acaba?

Çocuklara olan sevgisi ve gelecekte ülkenin ümidi olduklarının bilinciyle onlara bayram armağan eden... 
Gençlerin ülkenin istikbalinin sahibi olduklarının farkındalığıyla onlara duyduğu sevgi ve güvenle bayram armağan eden...

Tüm dünyada başka bir devlet adamı tanıyor musunuz?

***

Naçizane kişisel bir görüşüm var: Kanaatimce, Türk tarihinde 1875-1895 tarihleri arasında doğan kuşak bir “mucize kuşak”tır. Bu, aynı zamanda bir “fedakârlar neslidir.” 
Her toplumda olabileceği gibi bazı istisnalar dışarıda tutulursa “vatanseverler kuşağı” olduğu da görülür.  
Bu kuşağa mensup en değerli vatan evlâtları ülkemizi kurtarmış, Cumhuriyet’i ilan ederek devletimizi de kurmuştur.

Bu kuşaktan 3 Cumhurbaşkanı, sayısız Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Bakan, üst düzey komutan ve yüksek bürokrat çıkmıştır. 
Bu kadrolar yoktan bir ülke var ettikten sonra, devlete pek çok üstün hizmetlerde bulunmuştur.

Elbette bu nesil “mucize kuşak” olarak mucizevî işler yapmıştır ama bu işlerin yapılabilmesi için onları göreve getiren ve sonrasında her aşamasında fevkalade liderlik yetenekleriyle sevk ve idare eden de bir “mucize adam” da vardır:  
O da Mustafa Kemal Paşa’dır (Atatürk).

Elde çok değerli kadrolar olabilir ama bu kişilerin ne zaman, ne şekilde, ne şartlarda değerlendirileceği bilinmezse ve üstelik ahenkle yönetilmezse hiçbir kıymeti olmaz.  
İşte bu, yöneticilik sanatıdır.

“Yedi düvel” memleketi  işgal etmişken, halk harplerden bıkmış usanmışken ve devletine verecek canı da malı da kalmamışken, İstanbul’daki hain ve işbirlikçiler Millî Mücadele’ye büyük zarar verirken, her gün yeni gerici isyanlar patlarken, Ankara Hükümeti’nin kasası bomboşken... 
Hilafet ve saltanat kaldırılırken, Cumhuriyet ilan edilirken, devrimler yapılırken, sanayisi olmayan bir ülkede fabrikalar kurulurken, ülke baştan aşağı yenilenirken, dev iktisadi adımlar atılırken... 
Ve...
19 sene içerisinde binlerle ifade edilebilecek işler yapılırken bu değerli kadroların uygun görevlerde ahenkle çalıştırılmasına deha, bu dehaya sahip olan kişiye de dahi denir. 

O dahinin adı da Mustafa Kemal Atatürk’tür.

***

Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet‘i ilan ettikten ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra “İrfan Ordusu” dediği Millî Eğitim’e çok büyük önem vermiştir. 
Çünkü ülkenin eğitimin kalitesinin artmasıyla yükseleceğine inanıyordu.

Çok yüksek nitelikli kişilere Millî Eğitim Bakanlığı görevi vermesi bu sebepledir. Bu değerli devlet adamlarından bazılarını hatırlatmak isterim. Bu isimlerin hepsi de genç, idealist Cumhuriyet değerlerine ve ideallerine sıkı sıkıya bağlı kişilerdir: 
Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mustafa Necati, Vasıf Çınar, Şükrü Saracoğlu, Reşit Galip, Yusuf Hikmet (Bayur), Saffet Arıkan.

***

Atatürk, bir defa kısa süren bir evlilik yaptı. Bu evlilik öncesinde ve sonrasında kadınlarla duygusal yakınlıklar yaşadığını biliyoruz. Bu konuda yazanlar oldu fakat bu yazının amacı bu konulara girmek değil.

Fakat Atatürk’ün hayatında bir kişi var ki onu muhakkak anmak isterim: Marina Dimitrina Kovaçeva. Yakınlarının kullandığı isimle, Miti.

Erkânıharp Binbaşısı Mustafa Kemal Bey Sofya Ataşemiliteri olarak bu şehre gittiğinde 32 yaşındadır.   
Atatürk’ün kendi sözlerinden çıkardığım kadarıyla âşık olduğu tek kadın Miti’dir.

Miti, Bulgar Harbiye Nazırı General Stilyan Kovaçev’in kızıdır. Mustafa Kemal’le birbirlerinden hoşlanırlar ve sık sık görüşmeye başlarlar.  
Osmanlı ve Bulgaristan daha bir sene evvel harp etmiş iki ülkedir. Buna rağmen ilk başlarda General bu takdir ettiği Türk subayıyla kızının romantik ilişkisine olumlu bakar. Fakat çevreden gelen baskı neticesinde bu ilişkinin bitmesini ister.

Oysa Mustafa Kemal Miti’yle evlenip İstanbul’a onunla birlikte dönmek istemektedir. Fakat yapacak bir şey yoktur. Sofya’dan kırık bir kalple ayrılır.

Miti o tarihten sonra tüm isteklere rağmen tam 12 sene evlenmemiş, en sonunda ailesinin baskısıyla bir mantık evliliği yapmıştır.

Bu aşkın üzerinden 15 seneden fazla zaman geçmiştir. Yıl, 1930’dur ve Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti’nin Reis-i Cumhur’udur. 
Bulgar Kooperatif Tiyatrosu onun davetiyle önce İstanbul’a, sonra da Ankara’ya gelerek temsiller verirler. 
Mustafa Kemal Paşa oyuncuları kabulünde yapılan sohbet sırasında şu sözleri söylemiştir: 
“Sofya’da bir kız sevdim ama bana vermediler. Ben, gençliğimi Sofya’da bıraktım...”

Mustafa Kemal Atatürk; kocaman, koskocaman, aşk ve sevgi dolu bir yüreğe sahipti...

(Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz "Diplomat Mustafa Kemal" ismindeki 28 Kasım 2019 tarihli makalemi okuyabilirsiniz.)

***

Tüm insanlarda az ya da çok duygusallık vardır. Bunu bilmemize rağmen tarihî kişiliklerin duyguları olduğunu bazen ihmal ederiz. 
Atatürk büyük bir akıl, mantık adamı ve gerçekçi bir yapıya sahip olmasının yanında duygusal da bir insandı.

Birkaç örnek vermek isterim.

Çok sevdiği, Cumhuriyet ve aydınlanmanın savunucusu ve çok değerli hizmetler yapan Maarif Vekili (Millî Eğitim Bakanı) Mustafa Necati 1929 yılının ilk günü, henüz 35 yaşındayken apandisit patlamasından öldüğünde Atatürk hıçkırıklara boğularak ağlamıştır. (Bu erken ölüme ben de çok çok yanarım.)

İstiklâl Harbi’nde (Sakarya’da) çok sevdiği ve takdir ettiği 4. Fırka (Tümen) Kumandanı Erkânıharp Kaymakamı (Yarbay) Nâzım Bey‘in Fırka karargâhından zabitlerle birlikte Yunan pususuna düşürüldüğünü öğrendiğinde ilk sorusu, "Ya Nâzım Bey?…” olmuş, onun da şehit edildiğini öğrenince inanılmaz bir üzüntü içerisine girmiş, çok sarsılmıştır.

Yine İstiklâl Harbi’nde (Sakarya’da) 57. Fırka Kumandanı Miralay Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği görevi zamanında yerine getiremediği için intihar etmiştir. Haberi alan Mustafa Kemal Paşa çok üzülerek büyük bir vatanseverin kaybedildiğini söylemiştir. 

Mustafa Kemal Atatürk, çok duygulu, çok vefalı ve duygularını göstermekten çekinmeyen güzel bir “insan”dı.

***

“Deha“ sonradan elde edilebilecek bir özellik değildir. Doğuştan vardır ya da yoktur. Bu yazıda sıkça Atatürk’ün dehasına atıfta bulunuyorum. Çünkü bu, genç yaşlarda kanıtlanmış ve tüm yaşamı boyunca ülke ve memleket yararına kullanılan bir dehadır.

Misak-ı Millî  28 Ocak 1920’de son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında kabul edildi. 
Fakat ilk defa, bu tarihten  13 yıl evvel, henüz 26 yaşında olan bir Erkânıharp Yüzbaşısı tarafından ortaya atılmıştır.

O genç zabit (subay) Erkânıharp Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’dir. Şam’da sürgün gibi gönderildiği 5. Ordu Müşirliği’ndeki görevinden 1907 yılında Selânik 3. Ordu Müşirliği’ne tayini çıkan Mustafa Kemal, Karaferiye’de görev yapan sınıf arkadaşı Ali Fuat’ı (Paşa, Cebesoy) ziyarete gider.

Bu ziyarette Ali Fuat'a 13 sene sonra, 28 Ocak 1920 tarihinde, Meclis-i Mebusan'da tüm mebusların oy birliğiyle kabul edilecek olan Misak-ı Millî sınırlarını çizen de, yapılması gerekenleri ayrıntılı bir şekilde anlatan da 26 yaşındaki bu genç Erkânıharp Yüzbaşısı'dır.
Bu konuyu Ali Fuat Paşa ileriki yıllarda yayınladığı “Sınıf Arkadaşım Atatürk” isimli eserinde ayrıntılarıyla anlatmaktadır.

Evet, deha doğuştandır...

***

Atatürk’ün çok okuduğunu konuşmuştuk. Harbiye öğrenciliği günlerinden itibaren özellikle toplumla ilgili yazılmış kitapları Fransızca asıllarından okumuştur. Fransız İhtilali‘ni ve Avrupa’nın aydınlanma çağını çok iyi analiz etmiştir. Büyük Fransız düşünürlerin kitaplarını da çok genç yaşlarında okuyup özümsemişti. 
Jean Jacques Rousseau’yu ve Auguste Comte’u ilgiyle okuduğunu biliyoruz.

Burada ayrıntıya girmeye gerek görmediğim Osmanlı’nın 18. ve 19. yüzyıllardaki malûm yapısı ve politikalarından dolayı Avrupa’nın yakaladığı endüstri ve sanayi ‘devrimleri’ tam tabirle ‘ıskalanmış’, Reform Hareketleri görmezden gelinmiş ve tüm Avrupa monarşileri gibi Fransız İhtilali’nden de çekinilmiştir.

Tüm bunların sonucu olarak da “Türk Aydınlanması” bir türlü gelişme ortamı bulamamıştır. 

Bu durumun istisnası kişilerin önde geleni olarak Namık Kemal ve bir avuç arkadaşını, kuruluş olarak da yüzyılın sonlarında kurulan İttihad-i Osmani Cemiyeti sayılabilir. 
Fakat Namık Kemal’in başına neler geldiğini de biliyoruz.

İşte bu bir asırdan fazla ‘geç kalmışlık’ Osmanlı’ya pahalıya mal olmuştur. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in oturduğu temel budur.

Atatürk, tüm bunların farkında olarak İttihat Terakki’nin aksine reformlara girişmemiş, devrimler yaparak ülkenin ve toplumun yönünü aydınlığa ve uygarlığa çevirmiştir. 
Ve eğer Fransız İhtilali’nin tarihini baz alırsak; Batı toplumlarının bedeller ödeyerek, öğrenerek ve sindirerek 130 senede ’kazandıklarını’ Atatürk kısacık 15 senede başarmaya çalışmıştır.

Kısa bir parantez:

(Osmanlı, batının tüm 19. yüzyıl boyunca elde ettiği kazanımları hem halk olarak hem de devlet olarak ihmal etti. Neredeyse bütün bir asır heba edildi.  
Devlet üzerine düşenleri yapmadığı gibi, halkın uyanışına da mani oldu. Halk ise yüzyıllardır içinde bulunduğu atalet durumundan silkinip uyanamadı.

19. yüzyıla III. Selim’in katledilmesi ile başlayan Osmanlı, 1814-15 Viyana Kongresi’nin önemini tam olarak kavrayamamış, II. Mahmut döneminde Yunanistan’ın bağımsızlık hareketini ve ileriye dönük etkilerini iyi görememiş ve bu çok önemli toprakları kaybetmiş, Yeniçeri Ocağı’nı çok kanlı bir biçimde kaldırmış, Navarin’de donanmanın yakılmasına sebep olunmuş, Abdülmecid döneminde 1839 Tanzimat Fermanı devletin ve ülkenin hayrı düşünülmekten ziyade batılıların baskısıyla ilan edilmiş, çalkantılar devam etmiş ve devleti kurtarmaya çalışan değerli devlet adamları arada ‘kaynamış’, Kırım Harbi sırasında ilk defa dış borç alınarak devletin maliyesi çökertilmiş, Abdülaziz’in donanmayı geliştirmesi gibi doğru bir hamle çeşitli tip ve sınıflarda gemilerin alınması sebebiyle idame güçlükleri yaratmış, yine bu padişah döneminde savurganlık inanılmaz seviyede artmış ve bizzat Abdülaziz, “Beni karılarım ve kızlarım batırdı” demiş ve nihayet II. Abdülhamit’ten sonra da istibdat rejimine geçilmiştir.

Hatırlatmak lazımdır ki Duyun-u Umumiye 1881’de II. Abdülhamit zamanında kurulmuştur. Bazılarının hiç arlanmadan Abdülhamit’in toprak kaybetmediğini söylemesine rağmen imparatorluğun çok büyük toprakları da yine bu padişah zamanında kaybedilmiş, yeni yeni doğmaya başlayan fikir hareketleri ve özgürlük talepleri de çok sert tedbirlerle bastırılmıştır.

Burada sadece birkaç tanesini hatırlattığım sayısız olumsuz gelişmeler neticesinde de Osmanlı, hem halk hem de devlet olarak çok değerli bir yüzyılı israf etmiştir!)

Önemli bir hatırlatma: Atatürk, Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasını istiyordu. (Batı medeniyeti değil.) 
Toplumunu aydınlatmak, ilerletmek, çağdaşlaştırmak ve insanca yaşam şartları sağlamak istiyordu. Çünkü, Atatürk, kişisel olarak hayatını bu şekilde yaşayan bir “insan” olarak, milletini de bu seviyeye çıkarmayı hedefliyordu.

***

“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

Bizim zamanımızda ortaokullarda “Kompozisyon” dersi vardı. Hoca sınavda bir konu verir ve onunla ilgili yazı yazardınız. Kaçıncı sınıftım hatırlayamadım; Atatürk’ün yukarıdaki sözleri bir yazılı sınavda verilerek kompozisyon yazmamız istenmişti.

Şu sözlerdeki anlama bakın demeyeceğim. Şu sözlerin değerine bakın lütfen. Bunu üst düzey bir sanatçı değil bir devlet adamı, bir Cumhurbaşkanı söylüyor. İşte değerinin çok daha fazla olması bu sebepten. Bir ülkenin böyle bir Cumhurbaşkanı ile yönetilmesi ve o ülkenin bir yurttaşının böyle bir Cumhurbaşkanı’na sahip olmasının gururunu düşününüz lütfen...

Hatırlatırım: Bu muazzam sözler bugünün dünyasında değil, 100 sene evvel söylendi...

***

Mustafa Kemal Atatürk, eksiksiz her anlamda kaliteli, şık, klas adamdı. 
Giyiminden, davranışlarına, zarafetine, nezaketine, yemeğinden, sohbetine, dansına... 
Akla gelebilecek her alanda kaliteliydi.

“Mükrim” bir ev sahibiydi...
Misafirlerini çok iyi ağırlardı. Bazen geç vakit yemek bittiğinde misafirlerine kendi özel dikim gömleklerinden, değerli saatlerinden veya başka giyim eşyalarından hediye vermeyi severdi. 
İnce düşünceliydi...

***

Atatürk kelimenin tam manasıyla “müeddep” bir Beyefendi’ydi. 
Falih Rıfkı‘nın (Atay), aktardığı ve şu anda aklıma gelen iki anekdotu aktarmak isterim.

Atatürk, uzun akşam sofralarında tuvalet ihtiyacı olduğunda, masadan doğrudan kalkmak yerine bir misafirine seslenerek birlikte yemek salonundan dışarı çıkmaya davet edermiş. Masadan bu şekilde ayrılırmış.

Bir başka incelik örneği: 
Akşam yemeğinin mutad olduğu üzere gece geç saatlere sarktığı bir gün, Falih Rıfkı biraz istirahat etmek için yemek salonunun hemen dışındaki kanepeye uzanmış. O sırada da Atatürk yanında bir misafiriyle tuvalet için dışarı çıkmış.  
Falih Rıfkı geç fark ettiği için ayağa kalkamamış ve mahcup olmamak için uyur numarası yaparak gözlerini kapatmış. Misafirinin uyuduğunu gören Atatürk gürültü yapmamak için parmaklarının ucunda yürüyerek yanından geçmiş. 

Seneler sonra bu anısını “Çankaya” isimli harika eserinde nakleden değerli yazar o anı düşündüğünde hâlâ gözlerinin dolduğunu yazar...

***

Cemal Kutay’ın bir görüşü var: “Atatürk devri 10 Kasım 1938 saat 9’u 5 geçe bitti“ diyor. 
Bu görüşe katılırsınız, katılmazsınız. Tartışma kaldıracak bir görüş ve konudur. 
Fakat şu bir gerçektir ki 100. yılına yaklaşan ve Atatürk’ün “En büyük eserim” dediği Cumhuriyet’i koruyamadığımız ortada…

"Cumhuriyet'i koruyamamak" hususunda kimseyi suçlamak için bu sözleri söylemedim. Hepimiz birey olarak sorumluyuz. 
Bu benim kişisel tespitim. Elbette ki son 20 yılda Cumhuriyet ve Atatürk değerlerinin hızla aşındırıldığı, özünden uzaklaştırıldığı hatta neredeyse yıkıldığı ve Cumhuriyet devrim ve ülküsünün tam aksi iş ve işlemler yapıldığı doğrudur. 
Cumhuriyet rejimi Atatürk’ten sonraki 65 senede de yıpratılmıştır. Fakat hiçbir dönem son 19 sene kadar şiddetli saldırılar olmamıştır.

Bu yıpranmanın İsmet İnönü’nün II. Dünya Harbi’nden sonra Sovyet Rusya’nın Türkiye üzerinde dizginlenemez hâle gelen taleplerinin sonucu olarak ABD’ye yanaşmasıyla başladığını düşünenlerden biriyim.

Fakat o konjonktürde başka çıkış çaresi bulamayan İsmet Paşa’yı da anlamaya çalışıyorum. Çünkü Ruslar doğu sınırını Türkiye’den toprak alarak yeniden çizmek ve Boğazlar’da da hak istiyorlardı.  
Bu şartlarda İnönü ehven-i şer olarak Türkiye’yi Atlantik Sistemi’ne dahil etti. Bu süreçte 1948 yılında imzalanan “Marshall Yardımları“ da unutulmamalıdır. 
İnönü'yü anlamaya çalışmakla ve devlet adamı olarak hakkını teslim etmekle beraber, Atatürk devrimini devam ettirmediği veya ettiremediği görüşünü de taşıyorum.

(Bazıları sözde yardım olan Marshall planının Demokrat Parti döneminde başladığı hatasına düşüyorlar. Tarihe sadık kalmak lazımdır: Bu işin başlangıç tarihi 1948’dir ve iktidarda CHP vardır.

Yardım kisvesiyle Türkiye’ye her anlamda yapılan büyük kötülük olan Marshall eziyetini benim kuşağım da hatırlar.  
Amerikan yardımı olarak Türkiye’ye sözde süt tozu yollamışlardı. Ve bu “madde” Türkiye’deki okul çocuklarına, okullarda her gün sulandırılıp kaynatılarak içirilirdi. İçinde ne olduğu benim için bugün bile muamma. Tüm okulu saran o iğrenç koku ise hâlâ hatırımda! Bir tek gün, bir tek yudum içemedim o sözde sütten. Şu yaşımda bile sütle başımın hâlâ hoş olmaması bana o tiksindirici kokulu maddeden bir armağan!)

Demokrat Parti’nin Türkiye’yi NATO’ya soktuğu 10 yıllık iktidarı süresince Atlantik Sistemi ülkemizde iyice yerleşti. Hepsinde de ABD parmağı olduğunu düşündüğüm askerî darbeler de bu yapının devlette kök salmasına yaradı. 
Sonraki hükümetler dönemini anlatmaya gerek görmüyorum. Çünkü yapı artık Türkiye’yi kontrol ediyordu!

Özetle, Atatürk’ün bu dünyaya veda etmesinden sonra geçen 83 sene içerisinde eseri olan Cumhuriyet’i koruyamamak hem tüm siyasi iktidarların hem de tek tek tüm yurttaşların hatasıdır...

*** 

Atatürk benim ebedi ve yegâne liderimdir. Sahip olduğum siyasi görüş de dünya görüşüm de onun çizgisidir.

Bu eşsiz önderin Altı Ok’u siyasi ve ideolojik ilkelerim ve değişmezlerimdir. Kendimi “sağcı” ya da “solcu” olarak tanımlamıyorum. 
Atatürk’ün durduğu nokta neredeyse oradayım. 

Ne bir milim sağda, ne bir milim solda!

***

Son söz olarak, değerli genç kardeşlerime Atatürk’ü dogmalardan uzak kalarak, öğrenmelerini ve tanımalarını tavsiye ediyorum.  
Bu bilgilenmeyi, gerçek bilgiler içeren doğru kaynaklardan yapmalıdırlar. Atatürk’ü tanıdıktan sonra onun yolunu takip edip etmemek artık kendi bilecekleri iştir…

Gençlerimizden rica ediyorum: 
Lütfen önce öğrenin... Gerisi sizin özgür irade ve kararınızdır…

***

Eşsiz insan, ebedi ve yegâne liderim Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırası önünde derin sevgi, saygı, hayranlık ve her an artan hasret içinde tazimle eğiliyorum.

 

 

 

 

  • Mehmet S. Nane

  • 29 Kasım 2021

Sayfayı Paylaş

Yorumlar

Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın

leaf-right
leaf-right