Bir filmin düşündürdükleri


Değerli okur dostlarım, önceki yazılarımdan birinde milliyetçilik üzerine sizlerle sohbet etmiştik. Bugün yine bu minval üzre size seyrettiğim/seyretmeye tahammül ettiğim bir filmden bahsedeceğim.

Kültür-sanatın evrensel olduğunu düşünürüm. Sanatın milliyeti, dini, ırkı olmaz. Siyasetin emrinde propaganda aracı olan sözde eserlerin (!) yeri ise çöp kutusudur.

Sinema bildiğiniz üzere yedinci sanat olarak anılır. Bugüne kadar milyarlarca kişiyi etkilemiştir ve etkilemeye de devam edecektir. Sinema, çok kuvvetli bir iletişim kanalı ve algı yaratma aracıdır aynı zamanda. 
Bu önemli sanat dalı maalesef bazı ülkelerin algı yaratmak, kendi kültürlerini ihraç etmek, dünya çapında kamuoyu oluşturmak, kendi yaşam tarzlarını pazarlamak, bilinç altlarına mesaj yollamak, politik mesajlar vermek amaçları için de kullanılmaktadır. 
Bu işin uzmanı ise Amerikalılardır. Yani Hollywood!

Hollywood’un zaman zaman Amerikan gizli servisi CIA ve Amerikan ordusu için çalıştığını ve hem propagandaya yönelik hem de algı yaratmak amacıyla filmler yaptığını hepimiz biliyoruz.
Bu amaçla ünlü sinema oyuncularını II. Dünya Savaşı’ndan bu yana propaganda amaçlı kullanmaktadırlar. Son dönem bunların en ünlüsü de güya “barış elçisi” ama gerçekte “savaş-ölüm meleği” olan Angelina Jolie’dir. Bu oyuncu (!) kisveli propaganda kuklalarından daha pek çok var. Fakat adlarını anmaya değmez!

Hâsılı, sinema yalnızca sinema değildir!

***

Sinemaya çok düşkün bir kişiyim. Önyargısız biçimde tüm dünya ülkelerinin filmlerini takip ettiğimden elbette ki Amerikan filmlerini de izliyorum.
Clint Eastwood’u çoğumuz tanırız. Amerikalı aktör ve sonraki dönemlerde de film yönetmeni. 
Eastwood’un aktör olarak rol aldığı filmlerden pek haz etmem; oyunculuğunu biraz kasıntı ve tekdüze bulurum. Bununla beraber ilerleyen yaşlarında yönetmen olarak çektiği filmlerin çoğunun başarılı olduğunu düşünüyorum.
Yönettiği filmlerde sergilediği tavırdan da sıkı bir Amerikan milliyetçisi olduğunu fark etmiş bulunuyorum. 

Bundan yaklaşık 3-4 yıl önce yönetmenliğini Eastwood’un yaptığı bir film izledim. Hatırladığım kadarıyla sizlere anlatacağım. Aslında filmin neredeyse başlarında, ortalarına bile gelmeden bırakacaktım ama işin nereye varacağını merak ettiğimden sonuna kadar sabrettim.
Unutmadan söyleyeyim, film gerçek hayatta yaşanmış olayları anlatıyor.

***

Filmin adı Sniper. Sözlük anlamı “nişancı, keskin nişancı, suikastçı”. Yani gizlenerek insanları öldüren kişi. Bildiğiniz pusucu.
Filmin kahramanı Amerikan ordusunda asker ve Irak Savaşı’nda görev alıyor. Yapacağı görev ise Sniper’lık. Yani bir köşeye sinerek ve pusu kurarak uzak mesafelerden insanları öldürmek.
Kocaman ve çok gelişmiş olduğu belli olan dürbünlü, afili bir tüfeği var. Ve bu arkadaş filmin başından itibaren Iraklıları öldürmeye başlıyor.
Zaten ortada öldürecek Iraklı asker kalmamış ama fark etmez. Asker ya da sivil, öldürülecek bir Iraklı illa ki bulunur!

Pusucu arkadaş silahlı olduğuna kanaat getirdiği herkese basıyor mermiyi. 
Kafası estiğinde silah görmeye de gerek görmüyor; tehlike sezerse de yaradana sığınıp asılıyor tetiğe. Bazen tehlike sezmesine de gerek yok; kuvvetli şüphe hissederse de tüfek emrinde; bam! 
Nasılsa Iraklıları ona sayıyla vermemişler!
Eh, koskoca Amerikan ordusu, güzelim tüfeği de vermiş eline. Öldürmezse ayıp!

Bu arkadaş tabii böyle öldüre öldüre kimin öldürülmesi gerektiğini(!) karıştırıyor. Bu durumda da bazen hatalar olabiliyor. Silahsız siviller ölüveriyor. Tabii ki kadın ve çocuklar da. Savaşlarda olur böyle şeyler.
Öngörülmeyen Iraklı zayiat! Üzerinde durmaya değmez!

Tam sayıyı unuttum 30 mu, 40 mı, 50 miydi öldürdükleri acaba?

Film bu minvalde ilerlerken ve beni de afakanlar basmışken bizim eleman insanları sinek gibi öldürmekten kafayı kırıyor (!) ve memleketine gönderiliyor. Ben de derin bir nefes alıyorum. 
Memleketinde yarı mecnun şeklinde ve tüm Amerikan filmlerinde adet olduğu üzre, elinde bira şişesiyle serseri mayın gibi dolaşırken, kasabanın barında eski bir arkadaşıyla karşılaşıyor. Kader! 

Bu eleman da Irak’ta adam öldürmekten kafayı kırmış ve memleketine yollanmamış mı? Kader yine iş başında!
Biz bunları kafayı sıyırmış olarak değerlendiriyoruz ama arkadaşlar kasabalarında savaş kahramanı. 
Ne mutlu o kasabaya!

Neyse, bizimkiler görüşmeye ve elde bira ortalarda gezinmeye başlıyorlar. Fakat o da ne? İkinci kafayı sıyırmış eleman öldürmeye doymamış olacak ki bir takışma ve hır-gür anında “dan” bizim elemanı vurup öldürüyor.

***

Evet, sevgili okur dostlarım. Buraya kadar hakikaten tahammül edilmesi zor berbat bir Amerikan propaganda filmi. İşin tahammül sınırlarını zorlayan tarafıysa işledikleri alçakça cinayetleri görev ve kahramanlık olarak göstermeleri.

Fakat filmin son sahnesi çok çok önemli.
Bu yazı da zaten bu son sahne için yazıldı.

Sahne bizim Sniper’ın cenaze töreni. Arkadaş sanki bir serseri kavgasında değil de savaşta büyük bir kahramanlık, inanılmaz bir fedakârlık yaparken ölmüş gibi cenazesinde savaş kahramanı protokolü uygulanıyor. 
Cenaze siyah, upuzun bir "limo"nun arkasında mezarlığa götürülüyor. Polis eskortları cenaze aracının her yerinde; sağında, solunda, önünde, arkasında.
Sağ eller selama durmuş!
Ve o gün kasabanın okulları tatil edilmiş; el kadar çocuklar ellerinde bayraklar yollara dizilmişler. Hava ağır ve hüzünlü. Kameranın gösterdiği herkes felaket üzgün. Ağlayanlar var.
Bunun sebebiyse kahramanlarını uğurluyorlar. Evet, kahramanlarını!
Yani katili. 

***

Elin Amerikalısı psikopat bir katilden savaş kahramanı çıkarıyor. Onu büyük bir ihtimam ve saygıyla toprağa veriyor. Savaşta bile değil, bir serseri kavgasında öldürülmüş bu katilin bir de filmini çekiyor.
Yetmiyor, bunu da da tüm dünyaya inanılmaz bir propaganda aracı olarak pazarlıyor.

Şimdi hep beraber durup bir an için düşünmemizin tam zamanıdır: 
Yıllardır, İstiklal Harbi’mizin en büyük kahramanları eşsiz Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’ye küfür ediliyor. Ve bu konuda sesini yükseltmesi gerekenler sus-pus. Bu davranışlarıyla bu alçaklığı yapanlara cesaret veriyorlar.

Yakın zamanda memleketin en değerli amiral, general ve subayları alçak-rezil kumpas davalarla zindanlara atıldı. Kahraman Türk Ordusu’na ve bu kahraman-fedakâr vatan evlâtlarına olmadık hakaretler edildi. 
Ordudan koparıldılar, kariyerleri mahvoldu. Aileler perişan oldu. Zindandayken şehit oldular. Yetmez gibi görevlerine devam edebilen bir elin parmakları kadar olan bu kahramanlar son Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) ile tasfiye edildi.
Mahkeme kararıyla aklanan bu kahramanlara sahip çıkabildik mi?

Son yıllarda vatan için kahramanca toprağa düşen aslan gibi evlâtlarımızın, kınalı kuzularımızın şahadetleri artık medyada ya geçiştiriliyor ya da haber bile olmuyor.
Gazilerimizi söylemeye ise dilim varmıyor. Yok sayılıyorlar. Yetmez gibi zaman zaman otobüste, çarşıda, sokakta hakarete bile uğruyorlar.

Bu kahramanları ve tarihteki tüm kahramanlarımızı evlâtlarımıza, yeni nesillere öğreteceğimiz ve onlarla iftihar edeceğimiz yerde böyle davranmanın bize maliyeti ne olur?
Kahramanlarına böyle davranışları reva gören bir milletin hali nice olur?

Ne söylediğinizi duyar gibi oluyorum: Evet, haklısınız. Biz zaten "Milliyetçiliği ayaklar altına almıştık" değil mi?

Türk vatanı ve Türk milleti için canını ortaya koyan vatan evlâtlarının sözü mü olur artık!

Boğazımda yutkunamadığım koca bir yumruk var. Sormadan edemeyeceğim: 
Biz ne zaman, nasıl oldu da gerçek kahramanlarımızı hor görmeye, onları yok saymaya başladık ve unutulmaya terk ettik?

 

  • Mehmet Semih Nane

  • 23 Eylül 2019

Sayfayı Paylaş

Yorumlar

Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın

leaf-right
leaf-right