Bazı yaralar hiç kapanmaz…
Başlarken: Değerli okurlar, bazı yaralar vardır; çok zor kapansa da alttan alta sızısı hep hissedilir. Yara iyileşmiş gibi görünür ama acısı hiç azalmaz…
Tüm yaşamımda aile bireyleri dışında, fiziksel olarak tanışmasak bile, kaybının bende yarattığı acı hiç eksilmeyen üç kişi var: Eşsiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tarık Akan, Uğur Mumcu…
Benim için anlam ve değerleri çok büyük olan bu kişilerden sadece fiziki olarak ayrıyım. Fikir ve idealleri, yürüdükleri yol, değerleri, kişilikleri, başardıkları…
Her zaman benimle…
Onlara olan sevgim, saygım, hasretim ise son nefesime kadar yüreğimde yaşayacak…
Uğur Mumcu’nun şehit edilişinin 29. yılı olan bugün, onunla ilgili 5 Ekim 2019 tarihinde kaleme aldığım yazımı sunuyorum.
Uğur Mumcu
Geçtiğimiz 22 Ağustos Uğur Mumcu’nun 77. doğum günüydü. Bugün bu büyük insanı yazmak istiyorum.
Cumhuriyet kelimesinin benim ve aynı dünya görüşüne sahip olduğumuz akranlarım için kutsal iki anlamı vardır. Birincisi eşsiz Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimiz, ikincisi ise bizim dönemin Cumhuriyet Gazetesi'dir.
***
Ben bir “YÖK-zede” olarak 80’li yılların başında Ankara’da üniversite öğrencisiydim. Liseden çıktığımda nasıl bir dünya görüşüne sahip olacağım aşağı yukarı belliydi ama beni asıl şekillendiren ve yoğuran Ankara günlerim, yıllarım oldu.
ABD destekli 12 Eylül 1980 darbesi ve hemen sonrasında kurulan garabet Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), tüm üniversite sisteminin ve üniversite öğrencilerinin üzerinden silindir gibi geçti.
Amaçlanan; depolitize olmuş, sorgulamayan, sanata-kültüre ilgi duymayan, entelektüel açıdan gelişmemiş, emir kulu, bilmeyen, bilmediğini bilmeyen, kendini geliştirmeyen tek tip üniversite öğrencisi yaratmaktı.
O dönemlerde bu baskıyı sonuna kadar hisseden ve kendince çıkış yolları arayan üniversite öğrencileri de vardı. Ben de onlardan biriydim. Bu konuda duyarlı arkadaşlarımla birlikte üzerimize giydirilmeye çalışılan ama elbette ki bize çok çok dar gelen bu elbiseyi yırtıp atmıştık.
Hem derslerimizi takip ediyorduk hem de kendimizi geliştirmeye çalışıyorduk. Senfoni konserlerine (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası-CSO), tiyatrolara (elbette ki en çok da efsanevi Ankara Sanat Tiyatrosu-AST’a), sinemaya, konferanslara, panellere, konserlere gidiyor, ülkeyi ve siyaseti takip ediyor, bol bol kitap okuyor ve bu kitaplar üzerinde konuşuyorduk.
Kendi adıma söylemeliyim ki bu düşünsel gelişim dönemimde dünya görüşümün ve dünyaya bakışımın gelişmesi ve oturmasında Cumhuriyet gazetesinin çok çok önemli bir payı vardır.
İlave olarak, kültür-sanat konusunda ise benim vazgeçilmezim, o yılların efsanesi Milliyet Sanat dergisiydi.
***
Üniversite bitip iş hayatına başladıktan sonra da Cumhuriyet’in hayatımdaki özel ve önemli yeri hiç değişmeden aynı kaldı.
O dönemde arkadaşlarımla birlikte Cumhuriyet yazarlarını bir çırpıda okurduk. Bu yazarlardan ilk olarak İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Mustafa Ekmekçi, Ali Sirmen, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Melih Cevdet Anday, Müşerref Hekimoğlu, Mehmed Kemal aklıma geliyor.
Ve “Babıâli’nin dışişleri bakanı” ismi takılan ve bunu sonuna kadar hak eden dış haberlerin üstadı Ergun Balcı.
Ali Sirmen’in Barış Derneği davasında tutuklu yargılanırken yazılarını Samim Lütfü ismiyle yazdığı da kalmış aklımda. Yıl, 1985-86 olmalı.
Umarım yanlış hatırlamıyorumdur; Mine G. Kırıkkanat ve Nilgün Cerrahoğlu Pazar günleri yurt dışından yazarlardı.
İşte o günlerin ve benim Cumhuriyet’imiz böylesine büyük isimlerin yazdığı, muazzam bir okuldu.
Fakat Cumhuriyet yazarlarından biri vardı ki onun yeri ayrı, apayrıydı: Uğur Mumcu.
Uğur Mumcu benim idolümdü.
Hayatta çok çok az kişiye gerçek anlamda ve tüm yüreğimle saygı duydum: Bunlardan biri de Uğur Mumcu’dur.
Onun yazıları bana çok şey öğretti. Düşünsel mayamda Uğur Mumcu’nun yazılarının ve görüşlerinin mutlak büyük katkısı ve emeği vardır.
(1991 ve 92 yıllarında, 25-26 yaşlarımda genç bir adamken Uğur Mumcu’yla telefonda 2 görüşme yapmıştım. Bir başka zaman onu da anlatırım.)
***
Bence Türk basınının gelmiş geçmiş kalemi en kuvvetli, en çalışkan, en bilgili, en araştırmacı, en donanımlı gazetecilerinin ilk sırasında Uğur Mumcu gelir.
Ayrıca vatanseverliği, Cumhuriyet ve Atatürk sevdası, tam bağımsız Türkiye ideali, her daim Kuvvacılığı ve bu topraklardan hiç kopmayan yapısıyla bulunmaz bir Türk aydınıdır Uğur Mumcu.
Ve de Uğur Mumcu, sonuna kadar vatan topraklarına bağlı millî bir adamdır. İstiklâl Harbi’nin “Millîci” son temsilcilerindendir.
***
O yıllarda gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal isimli şahıstı. Bu şahsın ve şürekâsının muhterisliği ve Cumhuriyet değerlerine uymayan yaklaşımları yüzünden 1991 yılında gazeteden büyük kopuşlar yaşandı.
Uğur Mumcu, 6 Kasım 1991’de 80 arkadaşıyla birlikte Cumhuriyet’ten ayrıldı.
Bu ayrılmalardan sonra, bizim Cumhuriyet’imiz ne idüğü belirsiz bir şeye dönüştü. Tabii ki tüm Türkiye’deki biz Cumhuriyet’çiler gazeteyi almayı bıraktık ve tirajlar da inanılmaz şekilde çakıldı. Yaklaşık bir yıl sonra ayrılan yazarlar tekrar gazeteye döndü ama ondan önce bir Milliyet dönemi yaşandı.
Cumhuriyet’ten ayrıldıktan bir müddet sonra Milliyet’ten davet geldi eski Cumhuriyet’çilere. Onlardan biri de Uğur Mumcu’ydu ve 1 Şubat-3 Mayıs 1992 arasında Milliyet’te yazdı. Hasan Cemal ve hempalarının çekip gitmek zorunda kalmalarıyla da yeniden yuvaya döndü.
O tarihten, aramızdan ayrılıncaya kadar da Cumhuriyet’te yazılarına, bana göreyse vatan hizmetine, devam etti.
***
Uğur Mumcu; günlük aydınlatıcı, ülke ve toplum yararını gözeten makalelerinin yanında onlarca kitap yazdı. Bu kitapların hemen hepsi bugün temel kaynak niteliğindedir.
Sadece yazmakla da yetinmedi. Konferanslar verdi, panellere katıldı; halkla ve gençlerle bağını hiç koparmadı.
1970’li yılların “Sakıncalı Piyade”si “er” Uğur Mumcu, son vedasından çok kısa bir süre önce, 13 Ocak 1993’te, Harp Akademileri’nde bir konferans verdi.
Atatürk’ün Ordusu’ndaki “Mustafa Kemal’in askerleri” olan yüzlerce kurmay subay bu şerefli Türk aydınını, katıksız Cumhuriyetçi ve Atatürkçü adamı dakikalarca ayakta alkışladı.
O anın görüntüleri aklımda canlandıkça hâlâ gözlerim dolar…
***
Ve maalesef, o uğursuz 24 Ocak 1993 tarihi tüm ülkenin ve benim üzerime kâbus gibi çöktü…
Uğur Mumcu şehit edildi…
O meşum gün Pazar’a rast gelmişti ve o sabah erken uyanmıştım. Evde yalnızdım. Televizyon açıktı ve alt yazıdan felaketi okudum.
Ayaktaydım; dizlerim boşalıverdi, olduğum yere çöktüm kaldım.
Yaşım 27’ydi ve daha önce hiç böyle büyük ve yakıcı bir acı yaşamamıştım.
Çok ağladım, çok yandım Uğur Mumcu’ya.
***
Yazıya başlarken söylemiştim. Geçtiğimiz 22 Ağustos Uğur Mumcu’nun 77. doğum günüydü. Uğur Mumcu şehit edildiğinde yaşı sadece 51’di.
Kaybıyla ailesinden ve onu seven biz milyonlardan vazgeçtim sevgili ülkemiz ne çok şey kaybetti, tarifi ve tahmini imkânsızdır.
Uğur Mumcu’nun cenazesine milyonlar katıldı. Selda Bağcan’ın “Uğurlar Olsun” ve Zülfü Livaneli’nin “Yiğidim Aslanım” şarkılarıyla uğurladık sonsuzluğa.
Bu iki şarkı, bu ölümle korkunç derecede sarsılan benim kuşağımın Cumhuriyetçi’lerinin hafızasına da böylece sonsuza kadar acıyla kazınmış oldu.
***
Kendi deyimiyle, “kalpaksız kuvvacı” Uğur Mumcu, Kuvayı Milliye’cilere katılmaya çok erken gitti. Gidişiyle bir tarafımız eksik kaldı; bu eksiklik ve yoksunluk duygusu hiç giderilemedi. Giderilemeyecek.
Uğur Mumcu, kısacık ömründe büyük vatan görevleri ve hizmetleri yaptı.
***
Umutsuz ve karamsar değiliz. Çünkü onun yolunu, Kuvvacıların, Cumhuriyet’in, eşsiz Atatürk’ün, “Türk aydınlanmasının” yolunu takip ediyoruz; takip edeceğiz.
Onu unutmadık, unutmayacağız… Unutturmayacağız...
***
Büyük Türk evlâdı Uğur Mumcu’yu hasretle, sevgiyle, hayranlıkla, saygıyla anıyorum. Anısı önünde derin bir saygıyla eğiliyorum.
Ve bu büyük insanı sanki başına gelecekleri hisseder gibi söylediği şu sözlerle yad ediyorum:
“Öyleyse vurun, parçalayın; her parçamdan benim gibiler, beni aşanlar doğacaktır...”
Yorumlar
Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın