Çöküş
Dünyanın ve memleketin kasvetli siyasi ve ekonomik gündeminden kopmadan fakat onlara takılıp da kalmadan edebiyat ve tarih okumaları yaparak nefes almaya devam…
(Böyle desem de yazıyı tamamlayıp yayımlayacağım sırada, Zafer Partisi’nin 278.000 küsur kişi ile internet üzerinden yaptığı bir anket haberi önüme düştü.
Soru basit: Suriyeliler gitsin mi kalsın mı?
%95.9 gitsin demiş. Halkın %96 gibi ezici çoğunluğuna rağmen hükümetin hâlâ adım atmaması inanılır gibi değil!
“Bu konuda referandum yapılabilir” diyen Ümit Özdağ’a cevaben, iktidar yandaşı bir gazetecinin, “Öyle her zaman referandum yapılmaz” dediğini işiterek yandaşlığın ne kadar zor bir şey olduğunu bir defa daha gördüm.
Kardeşim, Türk milletine sayıları 8-10 milyonu bulan ve vatanımızı paylaşan “yabancı” kişilerle birlikte yaşamak isteyip istemediğini sormaktan daha önemli bir referandum konusu olabilir mi?)
***
Neyse, biz yazı konumuza dönelim. II. Dünya Harbi okumalarım aralıksız devam ediyor. Yakında yeni kitaplardan bahsetmeyi umuyorum.
Bugün, 4 defa izlediğim dönem filmi Der Untergang (Çöküş)'den bahsetmek istiyorum.
***
Film, Hitler ve maiyetinin son günlerini anlatıyor. Hitler ve beraberindekiler o son günleri Reichskanzlei (Başbakanlık) binasının Führerbunker adı verilen sığınağında geçirmişlerdir. Almanya’nın Führer’i Adolf Hitler, Eva Braun (Hitler) ile birlikte 30 Nisan 1945’te, 56. doğum gününden 10 gün sonra burada intihar etmiştir.
Bu güzel film, tamamıyla tarihsel gerçeklere uygun çekilmiş. Kurgu olan hiçbir bölümü yok. Esasında, bu filme konu olan dönem ve aynı olaylar, 1981’de George Schaefer’in yönettiği ve Hitler rolünü büyük aktör Anthony Hopkins’in canlandırdığı The Bunker (Sığınak) filminde işlenmişti.
O film de iyiydi fakat Oliver Hirschbiegel tarafından 2004 yılında çekilen ve Hitler’i Bruno Ganz’ın “yaşadığı” Der Untergang filmi ondan çok daha başarılı bir film bence.
***
Film, temel olarak tarihçi Joachim Fest’in Inside Hitler’s Bunker adlı eseri ile benim de çok beğenerek okuduğum, Hitler’in sekreteri Traudl Junge’nin, Bis Zur Letzten Stunde- Hitlers Sekretarian Erzahlt Ihr Leben / (Hitler’in Sekreteri-Führer’le İkibuçuk Yıl) adlı eserine dayanıyor.
Bu kaynaklara ilaveten, Hitler’in gözde Silahlanma Bakanı Albert Speer’in anılarından da yararlanılmış. Yani kaynaklar birbiriyle karşılaştırılarak tarihî olaylar tam bir gerçekçilikle verilmiş.
(Bir not: Speer, Hitler’in yakın dostuydu. Başarılı bir mimar olarak Alman diktatörünün çok ilgisinin olduğu mimari konularda sıklıkla sohbet ettiği bir kişiydi. Hitler’in büyük hayali, savaştan sonra Berlin’in ismini Germania olarak değiştirerek yepyeni mimari tasarımlara sahip anıtsal ve devasa bir şehir yaratmaktı. Bir gün de bu konuda sohbet ederiz.)
***
Filmin bence başta gelen özelliği Alman oyuncularla ve Almanca çekilmiş olması. Alman sinemasını başarılı bularak zevkle takip eden bir kişi olarak, bu filmin Alman sinemasına çok önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca, II. Dünya Harbi tarihini ve olaylarını Amerikan gözüyle ve Amerikan askerlerinin kahramanlığıyla anlatan İngilizce konuşulan filmlerin artık bıktırdığını söylemeliyim. Son 20-25 yıldır Hollywood, sayısı çok olmamakla beraber, tarafsız ve güzel bazı filmler çekti. Fakat bu az sayıda film, onlarca yılın propaganda bombardımanı karşısında çok yetersiz.
Bu dönemi Almanların gözünden, onların bakış açısıyla okumayı ve izlemeyi çok seviyorum. Alman halkı ve nihai olarak Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg büyük bir hata yaparak hatta “günah işleyerek” dünya tarihinin en kanlı diktatörüne iktidarı teslim etmiştir.
(I. Dünya Harbi’nde Alman genelkurmayında Hindenburg’la yakın ve ahenkli bir işbirliği yapan fakat daha sonra yolları ayrılan General Erich von Ludendorff’un Hitler’e Şansölyeliği vermesi konusunda Hindenburg’a hitaben söylediği sözleri okumanızı tavsiye ederim. Fevkalade sert ve isabetlidir. Hatırlatmak lazımdır ki Ludendorff bir müddet NSDAP saflarında Hitler’le birlikte siyaset yapmış ve onu tanıyarak yollarını ayırmıştır.)
***
Felsefe, müzik ve edebiyat alanlarında dünyanın en donanımlı kültürel ve düşünsel birikimine sahip Alman halkının böyle bir yanlışa nasıl düştüğü konusunun çok farklı açılardan değerlendirilmesi gerekiyor.
Çok klasik bir söyleyişle ifade etmek gerekirse: Goethe ve Schiller’i bünyesinden çıkaran Alman toplumu, bu Almanların atası değil miydi ?
Bu iş, savaştan sonra ABD’nin “Nazi’likten arındırma” adıyla uyguladığı programla geçiştirilemeyecek kadar önemli bir çalışma sahasıdır.
Hak teslimi açısından şunu da zikretmek lazımdır: Tüm Almanlar Hitler’i desteklemiyordu. Muhalif olan bir azınlık da vardı. Fakat halkın çok büyük bir çoğunluğu ya destekliyordu ya susuyordu!
Gerçi Wehrmacht (Reich Kara Ordusu), Kriegsmarine (Reich Deniz Kuvvetleri) ve Luftwaffe (Reich Hava Kuvvetleri) Führer’e bağlılık yemini etmişti ama ordu içinde de Hitler karşıtları vardı. Bunun tezahürü olarak da 20 Temmuz 1944 suikasti yapılmıştı.
(Bu konuda çok film yapılmıştır ama ben Bryan Singer tarafından 2008’de çekilmiş ve Clause von Stauffenberg’i Tom Cruise’un canlandırdığı Valkyrie’yi izlemenizi tavsiye ederim.)
Bu söylediklerimle ilgili olarak vurgulamak istediğim bir husus daha var. Bazı film ve kitaplarda o dönem Almanları için genel manada “Nazi” tabiri kullanılıyor. Yani Naziler farklı Almanlar farklı algısı yaratılmaya çalışılıyor. Halbuki Almanların tamamı parti üyesi değildi.
Buna rağmen Hitler iktidara geldiği zaman ve ilerleyen dönemlerde büyük bir histeri ile ona destek verdiler. Neden bütün kötülüğü NSDAP yani Nazi Partisi’nin üzerine yıkıyorlar anlamak mümkün değil! Sıradan insanlar da Nazi yönetimini destekleyerek veya ses çıkarmayarak bu kötülüğe ortak olmuştur.
Ne yani, Alman orduları Blitzkrieg’le (yıldırım savaşı) üç haftada Polonya’yı, bir ayda Paris’i ele geçirdiği zaman, sıradan Alman halkı Nazilere destek olmuyor muydu?
Özetle, o yılların Alman halkı destekleyerek, görerek, bilerek ve susarak Nazilerin yanında yer almıştır. Bu sebeple de dönemin Alman toplumu sadece Nazi diye tasnif edilmemeli, Almanlar olarak zikredilmelidir.
***
Konu biraz dağıldı gibi. Yeniden filme dönelim.
Benim filme verdiğim puan 10 üzerinden, neredeyse 10. Aslında böyle bir başyapıta tam puan verememek beni üzüyor ama filmde Joseph Goebbels rolünü canlandıran Ulrich Mathess bence olmamış. Hem Goebbles’in kişiliğini tam verememiş hem de tüm oyuncular görünümleri ve fiziki özellikleri ile kusursuz biçimde gerçek kişilerle tam bir uyum sağlarken, Goebbles’in fiziki görünümü ile hiçbir ilgisi olmayan bir oyuncu seçilmiş.
Mathess, kişilik olarak da aktif, hareketli, konuşkan biri olan Goebbels’i tamamen “donuk” olarak yansıtmış. Onun Hitler’e taparcasına bağlılığını ve hayranlığını, duygu dalgalanmalarını ve geçişlerini hiç mi hiç canlandıramamış. Bu da maalesef insanın ağzında buruk bir tat bırakıyor.
Bu hatalı oyuncu seçimi ve seçtiği oyuncudan iyi performans alamamanın sorumluluğu yönetmene ait.
Oyuncularla ilgili görüşlerimi de aktarmak isterim.
Corinna Harfouch, Magda Goebbels rolünde kusursuz, birinci sınıf. Juliane Köhler, Eva Braun ve Alexandra Maria Lara Traudl Junge rollerinde harika.
Christian Berkel, Prof. Ernst Günther Schenck rolünde kısa süreli görünse de, Alman sinemasının büyük aktörlerinden olduğunu bir defa daha gösteriyor.
Keitel, Jodl, Speer ve Bormann rollerindeki Dieter Mann, Christian Redl, Heino Ferch ve Thomas Thieme rollerinin hakkını veriyorlar.
Diğer rolleri paylaşan oyuncuların performansı da kesinlikle tatmin edici. Görünümlerinin gerçek kişilere benzerliği, kusursuz oyunculukla birleşince, zaten film izlediğinizi unutuyor ve kendinizi Führerbunker’de buluyorsunuz.
Ve… Ve… Ve…
Hitler rolünü “yaşayan ve yaşatan” öyle bir aktör var ki ne söylense, ne kadar övgülerle anlatılsa eksik kalır.
Bruno Ganz…
Bu büyük oyuncu, Alman ve dünya sinema tarihine geçen mükemmel bir performansla Hitler’i canlandırmış.
Ancak bu kadar olur, bir aktör bir kişiyi ancak bu kadar “yaratabilir.” Ayakta alkışlanması gereken bir oyunculuk resitali. Her türlü övgünün üzerinde bir aktörlük becerisi.
Hitler bir defa daha yaşasaydı aynı sahneleri katiyen Bruno Ganz gibi canlandıramazdı. Buna eminim.
***
II. Dünya Harbi tarihine merakınız varsa bu birinci sınıf sinema başyapıtını kaçırmayınız.
***
Not 1: II. Dünya Harbi’ni Almanların gözünden veren, Philippe Kadelbach’ın yönettiği Unsere Mütter Unsere Vater isimli 2014 yapımı 3 bölümlük harika bir mini dizi ile Wolfgang Petersen’in yönettiği 1981 yapımı ve artık klâsikleşmiş olan Das Boot filmini izlemenizi kuvvetle tavsiye ederim.
Not 2: Sinema meraklılarına İran ve Arjantin sinemalarını takip etmelerini de öneririm.
Yorumlar
Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın