Derinliği olan bir kitap



Okurlarımın içinde Amiral Mustafa Özbey’i eğer bugüne kadar tanımayan varsa, yazılarımı okuduktan sonra artık tanıdıklarına inanıyorum. Memleketimizin ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin yetiştirdiği büyük değerlerden biri olan Amiral Özbey’le ilgili yakın zamanda iki yazı kaleme almıştım. *

Hatırlatmak isterim ki Amiral Özbey, devlete, vatana ve millete yaptığı eşsiz hizmetlerin ödülü olarak 28 Şubat kumpas davalarına uğramış kahramanlarımızdan biridir. Malûmunuz, bu davanın savcısının alçak terör örgütü mensubu olması, iktidarı da adalet mercilerini de hiç rahatsız etmemiştir!

(Ve yaşları 74 ile 90 arası olan şerefli komutanlarımız halen zindanda bulunmaktadır! İşin kötüsü, muhalefetin büyük çoğunluğunu temsil eden “Altılı Masa”dan bu konuda hiçbir sesin çıkmamasıdır! Zaten o masadan böyle bir çıkış ve duruş beklemek, safdilliğin son aşamasıdır sanırım!)

***

Değerli büyüğüm Amiral Özbey, geçtiğimiz hafta muhterem eşi Münire Özbey’in, “… geride resimler kaldı” isimli kitabını yazarından imzalı olarak gönderdi. 

Münire Özbey Hanım, emekli bir öğretmen ve bir ressam. Bugüne kadar 17 karma ve kişisel sergisi bulunan, önümüzdeki Kasım ayındaki 18. sergisine hazırlanan, eskilerin tabiriyle fevkalade velut bir sanatçı. 
Bugün, pek çok açıdan değere sahip olduğunu düşündüğüm bu kitaptan bahsetmek istiyorum.

***

Kitap okumaya çocukluğumda başladım. Fakat üniversitenin ilk yılından itibaren okuma ivmem çok arttı ve zaman içinde “müzmin okur” oldum. 

Şimdi artık harflerle tanımlanan “kuşaklar” pek inanmayacak ama benim üniversite yıllarımda gençler hâlâ kitap okuyordu. Arkadaşlarımla okuduğumuz kitapları tartışır, kısıtlı bütçelerimizin izin verdiği kadarıyla ve muhakkak son sınırları zorlayarak konserlere, tiyatrolara, sergilere, sinemalara gider, panel ve konferansları kaçırmamaya çalışırdık.

Geldiğimiz “bilişim” çağında tüm bunlara “bir tuşla ulaşan” çocuklar ve gençlerin durumu hakikaten içimi acıtıyor.  
Neyse, bunları bu sayfada daha evvel çok konuştuk, daha da konuşacağa benzeriz. Biz tekrar konumuza dönelim.

Üniversite yıllarımızda aldığımız kitapları da, ne kadar kötü olursa olsun, bitirmeden bırakmazdık. Bunu da “emeğe saygı” olarak açıklardık. 
Halbuki ne kadar da yanlış yapıyormuşuz. Ve ben bu yanlışa sanırım otuzlu yaşlarımın ortasına kadar devam ettim. 
Sonra bir gün kendi kendime “Ben ne yapıyorum” diye sordum. Zamanımı kötü bir kitapla ziyan etmemin ne büyük bir hata olduğunu fark ettim. Ve o günden sonra bir daha asla ve asla kötü bir kitaba tahammül etmedim ve zamanımı ona harcamadım.  Bir kitabı kötü olduğunu hissettiğim anda derhal, saniye geçirmeden terk ettim. 
Çünkü okunacak o kadar çok kitap var ve bu dünyadaki zamanımız o kadar sınırlı ki…

Kötü bir kitap farklı şekillerde kendini gösteriyor. Bir defa, imlâsı bozuk olan bir kitaba bir tek an bile tahammülüm yok. Türkçe’ye ve yazı emeğine, yazı sanatına bu derece hoyrat ve nobranca “saldırıyı” derhal reddediyorum. 

Yayınlanmaya değer (!) bulunmuş bir kitabın yazarı (!) nasıl olur da imlâ bilmeden bu işe cesaret eder, onu yayınlayanlar nasıl olur da bu imlâyı düzeltmezler, benim için tam bir muamma!

Bazı kitaplar da kuru, “takır tukur” metinler olarak karşımıza çıkıyor. Anlatımı, üslûbu, kurgusu bozuk olan kitapların da karşımda hiç şansları yok. Terk edilmeye mahkûmlar!

Kötü kitap bazen ilk sayfalarda kendini belli eder. Bazen de bir müddet kendini gizler ya da bir şeyleri fark etseniz bile sizi oyalar. Fakat nihayetinde ister birinci, ister yüzüncü sayfada olsun benim açımdan kaderleri aynıdır! Okunmamak!

Zamanımı iyi kullanmak hususunda, memnuniyetle söylemeliyim ki yaş aldıkça beğeni eşiğim ve iyi/kötü kitap süzgecim oldukça gelişti. Artık okumaya ayırdığım zamanımı, kötü kitapla karşılaştığım an, onu hemen terk ederek çok daha verimli kullanıyorum.

Daha evvel de birkaç yazımda yaptığımız az evvelki sohbeti, Münire Özbey Hanım’ın kitabının bende yarattığı olumlu etkiyi, verdiği lezzeti daha iyi tarif edebilmek için bir defa daha tekrarladım. 
Şimdi kitaba geçebiliriz.

***

Müsaadelerinizle bir klişeyle başlamalıyım: Kitabı ara vermeden ve bir solukta okudum. Kitabın yayınlanma tarihi 2003. Bu sebeple kitapçılarda bu baskısının kaldığını sanmıyorum. Belki sahaflarda bulunabilir.  
Umuyorum ki yayınevleri bu değerli kitabın yeni baskılarını yapmak için harekete geçer. 

Kitabı temin etmenin biraz güç olduğunu tahmin ediyorum. Ben de, hiç değilse bir kısmını okurların istifadesine sunmak amacıyla, alıntılar da yaparak bu değerli eseri tanıtmaya çalışacağım.

***

Yazar, eşi Amiral Mustafa Özbey’in, Tümamiral rütbesiyle üstlendiği Donanma Kurmay Başkanlığı görevinin ilk günü olan 17 Ağustos 1999’da fiili olarak yaşadıkları “Gölcük Depremi”ni temele oturtarak eserini kaleme almış.

(Burada bir parantez açmalıyım. Amiral Özbey ve Münire Hanım’ın yaşadıkları çok üzücü ve tesadüfi bir kader. Öyle ki; 16 Ağustos 1999 akşamı Donanma Komutanlığı devir teslim töreninden ve verilen akşam yemeğinden sonra evlerine giderek uyuyorlar. Ertesi gün onlar için önemlidir. Çünkü 17 Ağustos günü saat 16:00’da Donanma Kurmay Başkanlığı devir teslim töreni yapılacaktır. İşte 17 Ağustos depremine saat 03:02’de, görevi teslim almadan 13 saat evvel ve hemen herkes gibi uykuda yakalanıyorlar. Ve Amiral Özbey depremin ardından saniye geçirmeksizin fiili olarak görevine başlıyor.)

Münire Özbey, kitabın arka iç kapağında şunları söylüyor: “… Bu kez yalnız resimlerle değil, elimizdeki bu kitapla aktarılan, depremin kırıp döktüklerini onarıp yamayarak, birleştirip yapıştırarak ortaya çıkan bir “kolaj yaşam” Münire’nin sizlerle paylaşmak istediği. 
Bir hayat hikâyesi, 
Bir otobiyografi depremden kalan…”

Yazar, kitabın üçüncü bölümünün başlangıcında da, “Deprem yorumlarıyla başlayan bu kitap, bir noktaya kadar resim ve sanat yorumlarıyla varlığını sürdürdü” diyerek kitabı hakkında okura zaten ipucu veriyor. 

Bu sözler ve “Bir otobiyografi depremden kalan” sözleri kitabın çok da güzel bir özeti…

***

Kitap dört bölümden oluşuyor. Ve tertemiz Türkçe’si, akıcı, çok rahat takip edilebilen üslûbu ve olgunlaşmış düşünce yapısıyla okuru derhal kavrıyor. 

Ayrıca, kitap, okuruna tartışmasız olarak bir entelektüel dünya sunuyor. İşin en güzel ve kayda değer tarafı ise katiyen böyle bir iddia ile yola çıkmamış olması. Kitabın doğal akışı içerisinde bu yüksek seviye kendiliğinden gelişiyor. 

Bu entelektüel derinlik, depremden sonraki Gölcük günlerinin anlatıldığı “Fay Kırıkları” bölümüyle başlıyor, resim sanatıyla harmanlanarak “Tualden Kâğıda Düşenler” bölümüyle devam ediyor, “Denemeler / Yanılmalar”la engin bir düşünüş seviyesine ulaşıyor ve “Gölcük’e Veda” bölümüyle tamamlanıyor.

Baştan söylemeliyim ki kitabın kurgusu ve birbirini takip eden bölümleri çok başarılı. Ve yine söylemeliyim ki kitabın özellikle ilk bölümünüdeki bazı yazılar son derece duygusal hatta çok üzücü ve sarsıcı olaylardan oluşuyor. Okudukça görüyorsunuz ki yazar konuya dramatik boyut katmak amacıyla bu satırları kaleme almamış. Sadece gerçekleri yansıtmış. Artırmadan, eksiltmeden, süslemeden ya da abartmadan. En yalın hâliyle. Zaten daha ilk andan itibaren, yazarın böyle basit ve sığ yöntemlere tenezzül etmeyeceğini anlıyorsunuz.

***

Münire Hanım, kendisini fevkalade iyi ifade eden bir sanatçı. Resim konusunda söz edebilecek kadar bir yetkinliğe sahip olmadığım için bir değerlendirme yaparak haddimi aşmak istemem. Fakat internetten atölye sayfasına girdiğimde gördüğüm resimler bu konudaki başarısını benim bile görmemi sağladı. Hem de resimleri canlı olarak “seyretmeden…”

Fakat “talimli” bir okur olarak yazarlığı konusunda kendimde birkaç söz söyleme cüretini bulacağım.    
Münire Özbey, yazar olarak da kendisini çok güzel ifade etmiş. Anlatımı dolaysız ve dolambaçsız. Vermek istediğini okuyucuya mükemmelen aktarmış.

İlk bölüm olan “Fay Kırıkları” zaten kitabın da ana ekseni ve teması. Okuru sonraki bölümler için de hazırlıyor. Bu bölümde, depremi yaşayanların büyük ve telafi edilemez kayıpları ve uğradıkları travma çok güzel yansıtılmış. Bu travma iki şekilde ortaya çıkmış. İlki, deprem gecesinin yaşattıkları ve hissettirdikleri, diğeriyse yaşanan kayıplar. 

Kitabın ilk bölümünü okurken gözlerim çoğunlukla dolu doluydu. İki yerinde de basbayağı ağladım. 
Anlatacağım…

***

Felaketin şoku hâlâ devam ederken ve kimse ne yapacağını bilemezken, seçkin komutan Amiral Mustafa Özbey, resmî devir teslim yapılmadan derhal görevinin başına gitmiştir. Eve ne zaman geleceği de meçhuldür.

Her yere, herkese bu travma ve şok hâli egemenken, bir yandan da bir şeyler yapmaya çalışılmaktadır. Siviller bu durumdayken kahraman Türk Donanması süratle toparlanma sürecine girer ve çalışmalara başlar.

Ağustos ayının ortasıdır ve saatler ilerledikçe susuzluk ve açlık kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlar. Fakat hiç kimse “zayıf halka” olmak istemediği için bu ihtiyaçlarını dile getirememektedir.  
“Böyle karmaşık, dağınık bir ruh hâli içindeyken” yaklaşan iki arabadan şişe suyu, peynir ve Donanma gemilerinde pişirilen sıcak ekmek dağıtılmaya başlanır. 

İşte; o alçak, namert, hain kumpas davalarıyla çökertilmeye çalışılan ve büyük darbe vurulan kahraman Türk Donanması, karada doğru dürüst sağlam bir bina kalmadığından, gemilerinde ekmek pişirerek halka dağıtmaktadır. 

O sıcakta su elbette ki çok önemlidir. Fakat o felaket ortamında sıcacık bir asker tayınının yaratabileceği moral etkinin büyüklüğü ve verdiği manevi desteğin değeri, depremi yaşamayan bizler için asla bilinemez. 
Bunları düşünmek, daha kitabın ilk sayfalarında gözlerimin dolmasına sebep oldu. 
Yazar, o ilk saatleri büyük bir açık yüreklilikle yazmış:  

“Kendi payıma düşenleri atıştırırken, yıkılan Gölcük Orduevi’ndeki kurtarma çalışmalarına arkamı döndüğümü daha sonra fark ediyorum. O göçüğün altında benim gibi aç susuz, belki de yaralı, baygın veya ölü canlardan bir çeşit saklanma refleksi, bana arkamı döndüren…

Göçük altındaki insanların içimde uyandırdığı sızı ile pişmiş taze tayın ekmeği, peynir ve suyun o anda hiçbir şeyle değiştirilemeyecek inanılmaz lezzeti birbirine karışıyor. Arkam orduevine, önüm Gölcük Körfezi’ne dönük gözümden dökülen yaşlarla ıslattığım ekmeği ağır ağır çiğnemeye devam ediyorum…”

***

Münire Özbey, depremin ardından arkadaşı Ayşe’yle Değirmendere’ye doğru ağır ağır yürürken Gölcük Kız Meslek Lisesi’nde birlikte çalıştığı bir öğretmen arkadaşıyla karşılaşır. Söz Münire Hanım’da: 

“(…) Konuşmaya o başlıyor. 
‘Sizde de kayıp var mı?’ 
Duraksıyorum. Hemen cevap veremiyorum. Onun kayıplarının neler olduğunu bilmeden, kendi haneme neyi kayıp yazacağımı ve onu arkadaşıma nasıl aktaracağımı birden beceremiyorum. ‘Çok arkadaşımızı, meslektaşımızı kaybettik‘ diyebiliyorum. 
Arkadaşım, arkasını dönüp yirmi otuz metre ötede çoğu temizlenmiş bir enkazı gösteriyor:

‘Oğlumu burada kaybettim Münire. Birileri bizi hastaneye kaldırmış. Eşim halen hastanede yatıyor. Ben, iki gün önce taburcu oldum. İki gündür buraya gelip oğlumdan bir anı, bir resim, bir okul defteri, ona ait bir şeyler arıyorum. Hiçbir şey bulamadım; oğlumla, geçmişimle ilgili tek bir anım bile yok. Deprem, yalnızca oğlumu değil, tüm anılarımı da alıp götürdü benden. Belki ileride oğlumun ölümüne katlanabilirim ama ondan bana bir tek anının bile kalmamış olmasına nasıl katlanabileceğim bilmiyorum. Hiç bilmiyorum. Bilemiyorum.’

Arkadaşım bunları anlatırken, ikimizin de gözlerinde bir damla yaş yok! 
Ama Ayşe, bizim adımıza sessiz sessiz ağlıyor…”

Aman Allah’ım! Bu nasıl bir felaket, nasıl bir çaresizliktir böyle!  
Gözlerim okuduğum kelimelere çakılı. Odamda yalnızım. Ağlamaya başlıyorum. Sesli mi, sessiz mi… Umursamıyorum.

***

Amiral Mustafa Özbey o ilk günlerde, ilk haftalarda neredeyse eve hiç uğramaz. Eve uğradığı nadir zamanlarda da konuşkan bir kişi olmasına rağmen daha az konuşur olmuştur. Söz Münire Özbey’de:

“Adına ister uyuşturucu deyin, ister doping. Adrenalin denilen o müthiş salgının insandaki etkisini ben eşimle yaşadım. Depremden sonra hemen hemen uykusuz geçen on günün sonunda, evimize nihayet su verildiğini eşime söylediğimde, o, hemen banyo yapmak istedi. 

(…) Gemilerde su her zaman kıt olduğu için denizciler çok az suyla banyo yapabilecek şekilde eğitilmişlerdir. Mustafa, bu kez, bahriye standardı duş yapmak yerine, küveti doldurdu ve yeniden kavuştuğumuz bu normale dönüşün keyfini çıkarmak istedi. 

İki haftadır Mustafa’yı ayakta tutan yorgunluğu, acıyı ve ağrıları hissettirmeyen adrenalin, yapılan uzun banyoyla birlikte artık kendisine gereksinim kalmadığını değerlendirip salgılanmamaya başlayınca, eşimin bedeni yorgunluk ve uykusuzluğunu ancak o anda fark etti.

‘Ben biraz uzanayım’ dediği yataktan, yirmi dört saat kesintisiz uyuduktan sonra kalkabildi ancak…”

Bu satırları okuyunca içim cız ederek, o gün benim şu anki yaşımdan 3 yaş daha genç olan Amiral Özbey’e öyle derin bir şefkat hissettim ki…

***

Bu bölümle ilgili son bir örnek daha vermek istiyorum. Münire Hanım, tüm kitaba egemen olan harika ve duru anlatımıyla karşımızda:

“Günün ilk ışıklarıyla birlikte Donanma Karârgahı önünde kurulan Afet Merkezi’ne bir kadın gelir. Kırlaşmış saçları darmadağın, üstü başı da öyle; ayakları çıplak… Belli ki bir şekilde enkazın altından çıkmış. Mustafa’ya yalvararak şunları söylemiş:

‘Ne olur yardım edin! Tek çocuğum enkaz altında. Askerleriniz yardım ediyor ama çocuğuma ulaşmak için beton kolonun bir iş makinasıyla kaldırılması lazım. Kocam öldü! Bu yaştan sonra anne olamam. O benim tek varlığım! Yalvarırım, evime bir iş makinası gönderin.’

İfadenin, sözün, nefesin her şeyin tükendiği bir an. Kimsenin asla yaşamak istemeyeceği kötü bir karar anı. Çünkü, boşta hiçbir iş makinası yok! Hepsi, deliler gibi, enkaz altındaki insanlara ulaşmaya çalışıyor. Bu insanlara ulaşmak yerine, iş makinalarından birini zavallı kadının hayattaki tek varlığına gönderip göndermemek! ‘Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu…’

Mustafa, çok derin bir üzüntüyle bir iş makinası veremediği kadını, yanına bir astsubay görevlendirerek Gölcük Kaymakamı’na gönderiyor umutsuz bir şekilde.

Bana anlattıklarını şöyle tamamlıyor: 
‘O astsubaya, ‘Görevin sonucunu bana rapor et’ bile diyemedim. Kaymakamın yapacağı çok fazla bir şey olmadığını da biliyordum. Yaşadığımız bunca acılara rağmen bu olayı bugüne kadar aklımdan atamıyordum. O kadın hep rüyalarıma giriyordu. Suçluluk duygusu beni eziyordu. Bugün, Afet Merkezi’ne o kadın geldi, yanındaki “tek varlığı” ile birlikte! Teşekkür etmek için. Kaymakama gittiklerinde kaymakam, Gölcük’e tam o anda gelen bir iş makinasını hemen kadıncağızın evine göndermiş. Kadın yanımdan ayrıldıktan sonra, 17 Ağustos’tan beri gözlerimi kaçırdığım o astsubayı hemen çağırdım ve yanaklarından öperek ona teşekkür ettim.’

Mustafa, sözlerini tamamladıktan sonra, bugün yakaladığı huzurla depremden bu yana ilk defa ağlamaya başladı. Gözlerinden süzülenler, mutluluk gözyaşlarıydı…”

Ah, benim kocaman ve güzel yürekli, sevgili Amiralim!

Kitabın bu bölümüne kadar, bir defa dışında, kör-topal gözlerimdeki yaşlara hâkim olarak okudum. Fakat duygularıma yine direnemedim. Bir defa daha bırakmak zorunda kaldım kendimi. Bildiğim gibi ağladım…

***

Kitabın bu ilk bölümünde iki askerin şakalaşarak bir an için orduevinden çıkmalarının hayatlarını nasıl kurtardığı… İngiltere’den gelen iki uzmanın saat 02:30’da orduevine giriş yaptıktan sadece 32 dakika sonra nasıl göçük altında kaldıkları…   
Ve daha niceleri… 
“Kaderin oyunu” denilebilecek “insan öyküleri” de yer alıyor…

***

“… geride resimler kaldı” eserinin ikinci bölümü, “Tualden Kâğıda Düşenler”; çok güzel yazılardan oluşuyor. 

Bu bölüme “resim üzerine denemeler” de denilebilir, “resimlerimin öyküleri” de. Daha önce böyle bir çalışmayla karşılaşmamıştım. Bilemiyorum, belki gözümden kaçmıştır. Fakat benim açımdan Münire Hanım’ın bu çalışması yegâne bir örnek. 
Burada yer alan yazılar için, “resimler dile gelmiş” demek hiç de abartı olmayacaktır.

Bu bölümün ne olduğu, okurun ne ile karşılaşacağı zaten adından belli. Bu çalışmaya resim ve yazının buluşması hatta sevişmesi denilebilir. Her iki sanat birbirine nüfuz ediyor, birbirinin içinde eriyor, bir bütün olarak tekrar karşımıza çıkıyor.  
Esasında yazı okuyorsunuz ama bir anda kendinizi sanki bir resmi seyredermiş gibi hissediyorsunuz. Fakat bu durum katiyen bir karmaşaya, bir karışıklığa sebep olmuyor.  
Resmi ve yazıyı böyle harmanlamak fakat özlerini koruyup birleştirerek aktarmak da değerli sanatçı Münire Özbey’in sihri olsa gerek…

***

Bu bölümde “Enter tuşu” yazısı, bilemiyorum, belki de tamamen aynı düşüncede olduğum için bana tesir etti. Şunları yazmış Münire Özbey:

“(…) Ben tutucu bir insan değilim ama sanata ulaşmak bir çaba gerektirmeli. Çünkü, gerçek sanatsever, bir Leonardo Usta’nın başyapıtını yaşamak için Louvre’a gitmeyi hayal etmeli, para biriktirmeli. Ömrü yetmiyorsa çocuklarına vasiyet etmeli…

Bunları neden mi yazdım? Son sergimde internet üzerinden bir resim sattım. Önce çok keyif aldım. Havalara girdim. Ama daha sonra düşündüğümde tadım kaçtı. “Enter“ tuşuna basılarak sanata ulaşılamaz.

(…) İşte bu yüzden, internetin yararlı olduğuna inanıyorum ama ürküyorum da. Bilmem anlatabiliyor muyum…” 

***

İkinci bölümde yer alan yazıları o kadar çok beğendim ki içlerinden seçmekte zorlanıyorum. Bir örnek daha; “Yırtılma”:

“Peyzaj çalışırken içimi farklı duygular kaplıyor. Aslında ben iyi bir “çiçekçiyim.” Basıp fırçayı resmi coşturmak, kreşendoyu hemen yakalamak daha kolay çiçekte…

Ama peyzajın zihnimizden itemediğimiz bir çekim alanı var. Kış üşümesi mi, tarlaların bereketi mi, ufukta oluşturacağınız sonsuzluk, mutsuzluk duygusu mu; ya da mistik ev siluetleri içinde yaşayanlara duyulacak merak kırıntısı mı peyzajın çekim alanı?

(…) Bu peyzaj çalışmamda “kenar semtte”, yormayan bir dinginlik üretmek istedim.

Tepelerin ardındaki görünmeyen umut ışığını, gökyüzünde görünmeyen bir aynadan yansıtarak kenar semtin ön yüzünü aydınlatmak istedim.

Yani sizin anlayacağınız, biraz yırtılma duygusu yaşadım.

Sana iyi yolculuklar, dolaylı ışıkların aydınlattığı kenar semt!”

***

Üçüncü bölümün adı, “Denemeler / Yanılmalar.” Yazar, bölümü şu sözlerle başlatıyor:

“Benim 19. yüzyıl yazarlarının en sevdiğim eserleri, onların “Denemeler” adıyla yazdıkları yapıtlardır. Farkında mısınız denemeler her geçen gün azalıyor. Edebiyat gündeminden düşüyor. Deprem yorumları ile başlayan bu kitap, bir noktaya kadar resim ve sanat yorumları ile varlığını sürdürdü. Ama artık fark ettim ki ben de yazarken denemeliyim. Yanılacağımı bile bile ve yanılmaktan çekinmeden…”

Yazar, ilk iki bölümde okuruna hissettirdiği düşünüş olgunluğunu bu bölümde neredeyse bilgelik konumuna taşıyor. 
Bir iki örnek verince ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.

***

Bakınız, Münire Özbey “Antikorların düşünce sistemi” isimli denemesinde neler söylüyor: (Yazının tamamını veriyorum.)

“Resim ile yazıyı evlendirme kararı, bir süre sonra bende küçük bir pişmanlık duygusu uyandırmadı dersem, eksik söylemiş olurum.

Bu pişmanlık, daha önce aldığım kendi küçük beyin notlarımı, neden o zaman yazıya dökmemiş olduğumun pişmanlığıydı. Şimdi pek çoğu işlenmemişliğin neden olduğu küskünlükle benim düşünce sistemimi terk edip, daha başka beyinlerde nadasa yattılar, bir gün, gün yüzüne çıkarılma umuduyla…

Aslında herkes, okuma yazma öğrendikten sonra, kendi düşünce notlarını böyle bir iki sayfalık yazıya dökerek “kendi düşünce” belgeselini üretse ne müthiş bir iş yapılmış olurdu.

Hastalandığınızda, doktora giderken istenecek röntgen, kan tahlili gibi şeyler yanında, düşünce belgeselinizin de inceleneceği bir dünya düşünebiliyor musunuz?

Size ilaç yazmadan önce, hastalığınızı yenecek antikorların düşünce sisteminizde olup olmadığını, size özel düşünce belgeselinizi inceleyerek karar verecek bir sağlık kurumlaşmasını hayal edebilir misiniz?

Yazıya dökmediğim için beni terk eden yaşamımın ilk dönem düşünceleri, artık geri döner mi bilemem. Onlardan özür dileyerek, beklemeye devam edeceğim.

Ancak Gölcük’te depremi yaşamak, bana sunulan ikinci yaşam şansını belgeleme kararlılığına getirdi beni…

Resimlerle, yazılarla bu belgesel işte böyle başladı.

Son kare ne zaman çekilir, son nokta ne zaman vurulur; bilinmez, bilinemez.” 

***

Denemelere bir örnek daha. Yazının adı, “Rastlantılar, rastlantılar, rastlantılar…”:

“Tanrım, acaba ne kadar farkındayız şu anda yaşadığımız her şeyin sadece bir rastlantı olduğunun. Her şey bir şeyle hem ilintili hem de değil.

Giriş biraz karışık oldu biliyorum ama bu iş gerçekten çok karışık. Ben şu anda tualin başında bir yandan evrende gördüklerimi ve algıladıklarımı sandığım şeyleri size renk ve desen yoluyla aktarmaya çalışırken, aslında, ne müthiş rastlantılar sonunda “ben” olduğumu, burada olduğumu ve resim yapıyor olduğumu düşünüp hayret ve hayranlık duyuyorum “biz” mucizelere…

(…) Kocanızla karşılaşmanız, beraberliğiniz, çocuklarınız ya da çocuksuzluğunuz. Ve şu anda, her kim ve ne iseniz, bu yazdıklarımı okuyor oluşunuz hepsi birer rastlantı değil de nedir? Bu kalem, bu notu yazmadan önce durabilirdi. Bu kitabın alıcısı olan siz, şu anda bu notu okumak yerine diskoda Tarkan’ın “Oynama Şıkıdım” şarkısını dinlerken… Ve hiç bilmeden, bu şarkıyı dinlerken başınızı aynı frekansta salladığınız bir kişiye on beş saniye sonra belki de âşık  olacağınızı bilmeden.

Tual önümde, ben bunların notunu alırken fark ettim ki bu rastlantısal yaşamda ne ben ne bu düşünceler ne de benim resimlerim gerçek. Ama onların hepsi şu an benimle ve var…

Yarın mı? 
Acaba yarın var mı? Var mı… Var…, va…, v…”

***

Denemelere son bir örnek. “Veda”: (Yazının tamamını veriyorum.)

“Ben önce bir kadınım. Sonra mutlu bir eşim. Sonra gururlu bir anne ve hatta anneanneyim. Ve daha sonra resim sanatçısıyım. Bu nedenle ben, ön kimliğime hiçbir zaman sanatı yerleştirme yürekliliğini gösteremedim.

Bazen bu dengeli yaklaşım beni rahatsız etmiyor değil. İki erişkin çocuk verme ile 150-200 tane daha fazla resim yapmamış olma arasındaki kayıp-kazanç hesabı…

Doğurma tercihi bir çeşit…

Bunu okuyan biri başlangıçta bana “canavar anne” tanımlamasını yakıştırabilir. Çocukları yerine, daha fazla resim yapma düşüncesini çocuk sevgisizliği olarak algılayabilir. Ben çocuklarımı çok seven biriyim. Onlarla gurur duyuyorum. Benim derdim başka. Bu resim işine bulaşmasaydım, iki değil belki de dört çocuğum olabilirdi.

Demek istemem o ki yaşam bir doğurma tercihidir. Siz ve herkes için geçerlidir. Alın kendi yaşamınızı. Doğum yapmayan bir balerinin üretim tercihini alın mesela. Ya da uyuşturucuyla heba edilmemiş olsaydı, bugün Maradona’nın futbolda bulunabileceği doruğu bir düşünün.

O nedenle bu evrende doğan her şey “doğmamışlar” nedeniyle doğmuştur.

Bir Anadolu deyişiyle “Doğmamış çocuğa don biçilmez.”

Ve bu nedenle bir veda asla bir ölüm değil, yeni doğumlar için konum değiştirmedir.”

***

Gölcük’te başlayan kitabın serüveni “Gölcük’e Veda” bölümü ile son buluyor. 
Amiral Mustafa Özbey’in iki sene süren Donanma Kurmay Başkanlığı görevi 2001 Ağustos’unda sona erecektir. Aile olarak karar arifesindedirler.

Amiral Özbey’in şerefli üniformasıyla iştirak ettiği son görev olan Denizkurdu Tatbikatı sona ermiş ve amiralimiz eve dönmüştür. Söz Münire Özbey’de:

“(…) Mustafa’yı çok mutlu ve huzurlu buldum. Bahçede Güneş’le oynadılar.

(…)  Neşe içinde yediğimiz akşam yemeğinden sonra güzel torunumu yatırıp bahçeye, Mustafa’nın yanına indim. Nasıl güzel bir yaz akşamı var anlatamam.

(…)Yanına oturuyorum. Elimi tutuyor. 
‘Çok zor bir dönemi hayırlısıyla tamamladık’, diyor. 
‘Evet’, diyorum. 
‘Zamanı geldi’, diyor. 
‘Biliyorum’, diyorum.

Belli ki bu gece topladığımız Aile Şûra’mız geleceğimizle ilgili kendi kararlarını verecek. 
Bundan önce de hep böyle oldu. Yüksek Askerî Şûra’nın Mustafa hakkında karar vereceği dönemlerde önce kendi Aile Şûra’mızı toplayıp kendi kararlarımızı aldık. Askerî Şûra, bizim aldığımız kararlardan birini onayladı her seferinde. Bu yıl da böyle olacaktı. Gelenek böylece sürmüş oluyordu.

Uzun uzun konuştuktan sonra, kararlarımız şekillenmişti artık. İki ay sonra toplanacak olan Yüksek Askerî Şûra, bizim için o gece sona ermişti.

İkimiz de artık rahatlamıştık. Bir süre daha sessizce oturup gecenin pırıltılı fakat inanılmaz dinginliğini yaşadık. Çıplak ayaklarımızla gece nemi tutmuş çimenlere basarak…

‘Yarın Şeniz’le İrem’e de bildirelim’, diyor. 
‘Peki’, diyorum.

Elele evimize dönüyoruz. 
Mışıl mışıl uyuyan Güneş’i yanaklarından öpüyoruz. 
Mustafa’yı bilmiyorum ama ben, o gece, Gölcük’teki son iki yılımın en huzur dolu uykusunu uyuyorum.”

***

Münire Hanım, yeni hayatlarına başlamalarını “Hayırlı Olsun” isimli yazısında şöyle anlatıyor:

“İşte o gün geldi çattı. 
Dört gündür amiral-general terfi ve emekliliklerini görüşen Yüksek Askerî Şûra bugün sona eriyor.

(…) 5 Ağustos sabahı komutanlar Mustafa’yı arayarak Şûra sonucunu bildirdiler. “Hayırlı olsun” dediler. Askerî Şûra, Mustafa için rütbesinde bir yıl daha devam etmesi kararını almış.

Eşim, komutanlara teşekkür ettikten sonra, kendilerine görevden ayrılma ve emeklilik işlemlerini başlatma kararını verdiğini bildirdi. Denizkurdu Tatbikatı sonunda evimizin bahçesinde topladığımız kendi Aile Şûra’mızın kararı böylelikle resmiyet kazanmış oldu…” 

***

Yazar, “Gölcük’te bu dönemi ve depremi eşime ve bana yaşatan Yüce Güç; sana şükran borçluyuz, bize arınma duygusunu hatırlattığın için…” 
 “Son Söz”üyle kitabını tamamlıyor.

***

Eskilerin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Marifet iltifata tabidir.” 

Hak ettiklerini düşündüğüm her kişi ve olayda yaptığım gibi, bu naçiz yazı vasıtasıyla değerli ressam-yazar Münire Özbey ve kıymetli eseri  “… geride resimler kaldı”, “marifetini” okurlarıma tanıtmaya çalıştım.

Münire Hanım bu kitabı yayınladığında depremin üzerinden sadece 4 sene geçmişti; bugün itibarıyla bu süre 23 sene. 
Toplum olarak çabuk unutuyoruz. Tüketim toplumuna hızla dönüşen ülkemizde zaten zayıf olan toplumsal belleğimizde artık “Gölcük Depremi” maalesef yer almıyor. Oysa o felakette yaşananlar asla unutulmamalı ki yakın zamanda beklenen “İstanbul Depremi” için uygun tedbirler alınabilsin. Bu konuda ne yazık ki içim hiç rahat değil.

Münire Özbey’in kitabının bir önemli ve değerli özelliği de, böyle büyük bir felaketi ve trajediyi resim ve yazı sanatlarının yüksek özelliklerini kullanarak bizlere tekrar hatırlatmasıdır. 
Dileğim, sanata önem veren, önceleyen ve toplumsal sorumluk sahibi bir yayınevinin bu eserin yeni baskılarını yapmak üzere muhakkak harekete geçmesidir.

***

Pek kıymetli büyüğüm Amiral Mustafa Özbey ve muhterem eşi Münire Özbey Hanımefendi’ye evlâtları, torunları, yakınları ve dostlarıyla birlikte sanat dolu, sağlıklı, mutlu, huzurlu, uzun bir ömür diliyorum.

***

* www.mehmetsemihnane.com, “Amiral Mustafa Özbey’le Sohbet”, 13 Haziran 2022. 
www.mehmetsemihnane.com, “İftihar kaynağımız MİLGEM’in Doğuş Öyküsü ”, 23 Haziran 2022.

 

 

  • Mehmet S. Nane

  • 6 Temmuz 2022

Sayfayı Paylaş

Yorumlar

Fatoş Akeloğlu 9 Temmuz 2022

Resim yapan bir kadın olarak böyle düzgün kalemi olan bir hanımefendinin fırçasını da merak edip hemen takibe aldım. Tarzı olan renk armonisi çok güzel tablolar yapıyor. Kitabını da devamlı alışveriş yaptığım sahafımdan soracağım. Bana Münire Hanım'ı tanıttığınız için teşekkür ediyorum.

Mehmet S. Nane 9 Temmuz 2022

Fatoş’cuğum, bu kitabı okumanı isterim. Sahafından bulamazsan, okuman için memnuniyetle verebilirim. 
(Kitaplarım, hele ki adıma imzalanmışlar çok kıymetli. Başkalarına vermekten pek hoşlanmıyorum. Fakat senin yerin farklı:))

Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın

leaf-right
leaf-right