Millî Mücadele ile İstiklâl Harbi kahramanları ve Cumhuriyet’in kurucu büyükleri (9) Şükrü Saracoğlu

 



Mustafa Kemal Atatürk döneminde Maarif, Maliye ve Adliye; İsmet İnönü döneminde ve II. Dünya Savaşı’nın en buhranlı dönemlerinde Dışişleri olmak üzere 4 farklı bakanlıkta üstün hizmetler yapmış, yine İnönü döneminde 4 yıl Başbakanlık ve en nihayet de TBMM Başkanlığı yapmış üstün niteliklere sahip bir “devlet adamı”:

Mehmet Şükrü Saracoğlu.

***

Şükrü Saracoğlu, 1886 yılında Ödemiş’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ödemiş’te Lise öğrenimini ise İzmir İdadisi’nde tamamladı. İdadiyi birinci olarak bitirdi ve İstanbul’daki Mekteb-i Mülkiye’ye kaydını yaptırdı. Bu okuldan 1909 yılında mezun olduktan sonra İzmir’e dönerek Valilik Maiyet Memurluğu’nda çalışmaya başladı. 
Bir süre İzmir Sultanisi’nde matematik öğretmenliği de yapan Şükrü Bey, 1911 yılında İttihat ve Terakki Ticaret Mektebi Müdürlüğü görevine tayin edildi.

Şükrü Bey, 1914 yılının hemen başında bir devlet bursu kazanarak öğrenimine devam etmek üzere Belçika’ya gitti.  
I. Dünya Harbi’nin çıkması üzerine okulu bırakarak hemen İzmir’e döndü. Aradan bir müddet geçtikten sonra, 1915 senesinin Mayıs ayında Cenevre Siyasi İlimler Akademisi’nde öğrenimine devam etmek için İsviçre’ye gitti. Bu ülkede 4 yıl kaldıktan sonra akademiden çok iyi bir dereceyle mezun oldu.

Mondros Mütarekesi’nin 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanması üzerine, Cenevre’de bulunan yakın arkadaşı Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ile birlikte Cenevre Türk Yurdu Cemiyeti’ne üye oldular.

Şükrü Bey, bu cemiyet vasıtasıyla Mondros’un Osmanlı Devleti’ne dayattığı ağır şartların haksızlığını anlatmak için yoğun faaliyetlerde bulundu. Avrupa kamuoyunu etkilemek için yaptığı bu çalışmalardan biri de cemiyet adına Fransızca bir dergide yazılar yayımlamasıydı.

İzmir’in 15 Mayıs 1919’da Yunan tarafından işgal edilmesi üzerine arkadaşı Mahmut Esat Bey’le bir İtalyan gemisine kaçak olarak binerek vatana döndü. İttihat Terakki’ye mensup olduklarını düşünen Kuvayi Milliye’ci Demirci Mehmet Efe tarafından hapsedildiler. İçine düştükleri bu durumdan Mahmut Celâl Bey (Bayar) tarafından kurtarıldılar.

Bu tarihten sonra Aydın, Nazilli ve Kuşadası bölgelerinde Kuvayi Milliye‘nin kurulması ve teşkilâtlanması çalışmalarına katıldı. 

1920 senesinin Ocak ayında toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına İzmir mebusu olarak seçildi. Fakat İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından 16 Mart 1920 tarihinde işgal edilmesi üzerine Meclis çalışmalarına katılamadan Kuşadası’na döndü.

***

İstiklâl Harbi’nin kazanılmasından sonra Şükrü Bey, TBMM’nin II. Dönemi’nde İzmir’den mebus seçildi.

Fethi Bey (Okyar) hükümetinde Maarif Vekilliği görevine seçildikten sonra 1926’da kurulan Türk-Yunan Mübadelesi Komisyonu’nun Türk delegasyonuna başkanlık etti.

1 Kasım 1927 tarihinde Maliye Vekilliği görevine getirilerek 3 yıl süreyle bu görevde kaldı. 
Bu vekilliği döneminde çok önemli bir hizmet olarak, iktisadi bağımsızlığın temel ögelerinden biri olan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu. 
Dış ticarette ‘kota‘ sistemini getirmesi ve yeni gümrük tarifelerini uygulamaya koyması da çok değerli hizmetleri arasındadır.

Şükrü Bey’in Maliye Vekilliği o tarihe kadar dünyanın görmüş olduğu en büyük iktisadi bunalım olan “1928 Buhranı”na denk geldi. 
Bu büyük krizin etkilerini azaltmak amacıyla millî ekonominin alt yapısını oluşturmak amacıyla önemli bazı millîleştirmeler yaptı. Bu çalışmaları ile krizin Türkiye’de rahat atlatılmasını sağladı.

Maliye Vekilliği görevinden ayrıldıktan sonra, hükümet adına ekonomik konularda görüşmeler yapmak üzere ABD’ye gönderildi.
Bu temaslarıyla ilgili hazırladığı rapor, Türk pamuk sanayisinin doğru esaslarla yeniden düzenlenmesinin temel kaynağı oldu.

Şükrü Bey, 24 Mayıs 1933 tarihinden sonra beş buçuk yıl süreyle görev yapacağı Adliye Vekilliği görevine getirildi. 

Fakat bundan evvel, 1932 yılında Paris’te yapılan görüşmelerde Osmanlı borçlarının ödeme şartlarıyla ilgili müzakerelerde bulundu. Bunun neticesinde Türkiye adına çok başarılı bir anlaşma imzalayarak büyük yük altında olan Cumhuriyet maliyesine nefes aldırdı.

Uzun süren Adliye Vekilliği döneminde Şükrü Bey, çok önemli çalışmalar yaparak genç Cumhuriyet’in hukuk sisteminin yerleşmesine ve kurumsallaşmasına eşsiz değerde katkılarda bulunmuştur. 
Barem ve Emeklilik Kanunları ile Avukatlık, Hâkimlik, İcra-İflas Kanunları onun döneminde çıkarılmıştır. 
İmralı Cezaevi’nin kuruluşunu sağlayarak iş esasına dayalı cezaevi sisteminin kurulmasını sağlamıştır.

Bu arada, 1934 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu ile babasının saraç olan mesleğinden dolayı kendisine Saracoğlu soyadını seçti.

***

Şükrü Saracoğlu, çok iyi bir satranç oyuncusuydu. Yakın arkadaşlık ilişkileri olan İsmet Paşa da (İnönü) satranca meraklıydı. Bu iki büyük ‘entelektüel beyin‘ birbirleriyle satranç oynamaktan büyük zevk alırlardı; hatta bu karşılaşmalar bir hayli de ünlenmişti.

İsmet Paşa, Atatürk’ün ölümünün hemen ardından bu çok güvendiği arkadaşını Hariciye Vekili olarak tayin etti. İnönü’nün bu görevlendirmeyle çok doğru bir iş yaptığı kısa sürede görülecekti. 

1938-42 yılları arasında 4 yıl Hariciye Vekili ve 1942-46 yıllarında 4 yıl Başvekil olarak görev yapan Şükrü Saracoğlu, İsmet İnönü ile beraber Türkiye’yi 1939-45 yılları arasında yaşanan II. Dünya Harbi felaketinden korumuş devlet adamdır. 
Tek başına bu hizmeti bile paha biçilmez değerdedir.

***

II. Dünya Harbi, Türkiye Cumhuriyeti henüz 16 yaşındayken patlamıştı. Bu harbe girmenin intihar olacağını ve hem ülkeyi hem halkı yıkıma götüreceğini en iyi bilen de (eski) Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’ydı.

Bu sebeple, Saracoğlu’yla birlikte, harp henüz başlamadan evvela İngiltere ve Fransa‘yla bir dostluk ve saldırmazlık antlaşmasının imza edilmesini düşündüler. Bunu planlarken, Sovyet Rusya’nın da ileride en büyük düşmanı olacak Almanya’ya karşı bu ittifakın içinde yer alacağı hesabını yapıyorlardı. 
Fakat Stalin’in planları farklıydı ve herkesi şaşırtacak bir biçimde harp başlamadan sadece 1 hafta evvel, 23 Ağustos 1939 tarihinde Almanya ile bir saldırmazlık antlaşması imzaladı. Tarihe de “Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı” olarak geçti.

Bu antlaşmaya göre Polonya, Almanya ve Rusya arasında paylaşılacaktı. Nitekim öyle de oldu. 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldıran Nazi Almanya’sı bu ülkeyi işgal etti. Ruslar da hiçbir kayıp vermeden ‘ellerini, kollarını sallayarak‘ doğudan Polonya’ya girerek işgal ettiler ve Almanya ile yapılan antlaşmanın gereğini yerine getirdiler.

Denklemin ve dengelerin bu şekilde değişmesi Türkiye’nin tamamen aleyhineydi. Bu durum harbin başlamasından sadece 2 hafta sonra, 15 Eylül 1939’da, Sovyetler Birliği’nin Hariciye Vekili Saraçoğlu‘nu Moskova’ya davet etmesiyle ortaya çıktı. 
Üç gün olarak planlanan bu görüşmeler, değişen şartları ve dengeleri değerlendirmek olarak tanımlanmıştı.

Esasında hiç de böyle değildi; Sovyet Rusya’nın Türkiye üzerindeki emelleri ve Türkiye’den talepleri müzakere edilmek isteniyordu. Bu sebeple inanılmaz çetin ve yorucu geçen bu müzakereler 3 gün olarak planlamasına rağmen tam 23 gün devam etti. 
25 Eylül‘de başlayan görüşmelere Stalin de bizzat katıldı. Şükrü Saracoğlu bu ilk görüşmeden sonra Ankara’ya çektiği telgrafta müzakereleri “boğuşma“ olarak niteledi.

Sovyet tarafı özellikle Boğazlar konusuna ilgi gösteriyordu. Çarlık döneminden itibaren Rusların “sıcak denizlere” inme hedeflerinin olduğu bilinen bir gerçekti. Bu hedefi temin için de Ruslar öteden beri Boğazlar’da hâkimiyet sağlamak istiyorlardı.

Bu görüşmelerde Ruslar Boğazların Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortak olarak savunulması ve Montrö Boğazlar Rejimi’ne Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin Boğazlardan geçemeyecekleri garantisinin ilave edilmesine istediler.

Sovyetler Birliği, Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’yla başlattığı ittifak görüşmelerinden rahatsız olduğunu ve kendilerinin bu iki ülkeyle savaşa girmesi durumunda ittifakın geçersiz sayılması taleplerini bildirdiler.      

Hiç şüphesiz Şükrü Saracoğlu Türk hükümeti adına bu talepleri reddetti ve herhangi bir anlaşmaya varılamadan Türkiye’ye döndü.

(Saracoğlu Rusya’da yediği bir yemekten virüs kaptı ve beyin iltihabına yakalandı. Tedavi edilerek iyileşti fakat yıllar sonra bu rahatsızlık ölümüne yol açtı.)

Almanlar, “Blitzkrieg” (yıldırım harbi) uygulayarak batı Avrupa’da fırtına gibi estiler ve Fransa dahil pek çok ülkeyi işgal ettiler. Bir müddet sonra işgal edilen ülkeler arasına Balkanlar da katıldı.

Savaş Türkiye’nin kapısına dayanmıştı. Fakat Hitler’in niyeti Türkiye’ye saldırmak değil Rusya’yla hesaplaşmaktı. Bu sebeple Türkiye’ye bir antlaşma imza etmek istediğini bildirdi ve 18 Haziran 1941 tarihinde “Türk-Alman Dostluk Paktı” imzalandı. 
Nitekim bu imzadan sadece dört gün sonra 22 Haziran 1941 tarihinde Almanlar “Barbarossa Harekâtı” ile Rusya’ya saldırdılar.

Bu hatalı hamle, Hitler ve Almanya için sonun başlangıcı olacaktı...

***

Başvekil Refik Saydam’ın 8 Temmuz 1942 tarihinde aniden ölmesi üzerine Reisicumhur İsmet İnönü Şükrü Saracoğlu’nu 9 Temmuz 1942 güne Başvekilliğe tayin etti ve hükümeti kurmasını istedi.

Yeni Başvekil 5 Ağustos tarihinde TBMM’de hükümetin programını okurken fevkalade kayda değer olan şu sözleri söylemişti:

“Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.”

Bu sözler maalesef özellikle bölücüler ve liberal sol (!) tayfa tarafından istismar ediliyor. Tarihte yaşananları ve söylenenleri o zamanın şartlarına göre düşünmeyi bilmediklerinden, tarih bilmediklerinden ve esasında, hiçbir şey bilmediklerinden ‘desteksiz atıyorlar’. 
Tam da burada Özdemir İnce’ye başvuralım ve bu “kan” meselesinde ne dediğini okuyalım:

“O yıllarda “kan” sözcüğü “biyolojik soy” anlamında kullanılıyordu. “Biyolojik soy” ırk anlamına gelmez.” * 

Özdemir İnce‘yle devam edelim. Bu konuda, hem en yalın şekilde gerçeği gösteriyor hem de bazı “tipleri” tespit ederek teşhislerini koyuyor:

“(...) Varlık Vergisi Kanunu, 2000’lerde kimi unutkan ve bencil Yahudiler, yılkıya çıkmış (bırakılmış) İkinci Cumhuriyetçiler, Bobstil solcular tarafından “Irkçı Yasa” olarak vaftiz edilecektir.

Oysa Varlık Vergisi’nin  yaptığı ayrımcılık Türkler ve Azınlıklar (Yahudiler, Ermeniler, Rumlar Levantenler... ya da yabancı uyruklular arasında değil) zenginler ve yoksullar arasındadır. Zenginlerin azınlıktan olması, Müslüman Türklerin yoksul olması toplumsal ve ekonomik bir gerçektir.

Irkçılık iddiası bu gerçeği gizlemeye amaçlamaktadır. Düzenbazlıktır!” *

(Bakmayınız bu cahil, ön yargılı, ne olduğunu hâlâ kavrayamadığı hâlde Cumhuriyet düşmanlığı yapan karşı devrimci güruhun vızıldamalarına. Hakikat tektir!)

Harbin özellikle 1943 senesinden sonra bariz bir şekilde Müttefikler lehine seyretmesi sonucunda Türkiye müttefiklere biraz daha yakın durmaya başladı. Ve harbin sonuna kadar da dengeli politikasını başarıyla uyguladı. 

***

“Harp zenginleri“ her dönemde olmuştur. Birileri vatanları için ya da hiç ilgileri olmayan bir harpte canını verirken, bazı ülkeler varoluş mücadelesi içinde çırpınırken; birileri de bu dönemlerde “vurgun” yaparak servetlerine servet katar. Bu, dünyanın her yerinde böyle olmuştur ve olmaktadır.

II. Dünya Harbi içinde Türkiye’de de böyle olaylar çok yaşandı. Hemen her üründe ve özellikle temel gıda maddelerinin temininde büyük sıkıntılar yaşandı. Karaborsalar oluştu, ihtiyaç maddeleri ‘fahiş’ kârlarla satılmaya başlandı ve haksız yere büyük servetler kazanan kişiler oluştu.

“İhtikâr” kelimesi o dönemin belkide en çok kullanılan sözlerinden biriydi. Bu durum, ekmeği dahi karneyle alabilen halkta ciddi tepkilere yol açmaya başlamıştı. 
Bunun üzerine Saracoğlu hükümeti Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkardı. 
Bu kanuna göre servetler bir defaya mahsus olmak üzere vergilendirilecek ve vergisini ödemeyenler devlet işlerinde fiziki çalışmaya tabi tutulacaktı.

Saracoğlu, bu kanunu bir ‘Devrim Kanunu’ olarak değerlendiriyordu. Türkiye’de ticarete hâkim olan yabancı şirketlerin yerine pazarda Türk şirketlerinin etkili olmasını istiyordu. Bu durumu iktisadi bağımsızlığın ‘olmazsa olmaz‘ şartı olarak görüyordu.

Bu kanun o günden bugüne kadar sürekli tartışma konusu olmuş, bazen de aşırıya kaçacak derecede istismar edilmiştir. 
Varlık Vergisi 1944 senesinin başlarında kaldırıldı.

***

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Saracoğlu’nun Başvekilliği döneminde uygulamaya konuldu.

Başvekil bu kanuna özel önem veriyordu. Fakat büyük toprak sahiplerinin bir kısım arazilerinin kamulaştırılmasının istenmesi sebebiyle çok ciddi itirazlarla karşılaştı.

Milletvekilleri Adnan Menderes, Emin Sazak, Cavit Oral ve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu bu kanuna ve yapılacak reformlara sert biçimde karşı çıktılar.

Bu itirazlar zamanla muhalif bir harekete dönüşerek neticede 7 Haziran 1945 tarihinde Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’nün verdikleri “Dörtlü Takrir“ sonucunda CHP içinden bir muhalefet partisinin doğmasına sebep oldu. 
O muhalefet partisi Türk siyasetine damga vuran ve Türkiye’yi 10 sene yönetecek olan Demokrat Parti’ydi.

***

Şükrü Saracoğlu, demokratik sistemin ilk seçimi olan 1946 seçimlerinden sonra yaşadığı sağlık sorunlarını gerekçe göstererek başvekilliği bıraktı. İnönü bu durumu anlayışla karşıladı ve bir “kan tazeleme“ olarak da düşünerek Recep Peker’i Başvekil olarak tayin etti.

Şükrü Saracoğlu 1 Mayıs 1948 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na seçildi. Bu görevi Demokrat Parti’nin iktidara geldiği tarih olan 22 Mayıs 1950’ye kadar sürdü. 
1950 seçimlerinde milletvekilliği sona erdi ve siyaseti tamamen bıraktı.

***

Şükrü Saracoğlu, devlet adamlığının yanı sıra, spora gönül vermiş olan bir “spor adamıydı“.

1934-50 yılları arasında tam 16 sene Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başkanlığını yaptı. Bu büyük adamın Fenerbahçe tarihi açısından da ayrı bir önemi vardır. 23 Şubat 1934 tarihinde yapılan Fenerbahçe-Galatasaray maçından sonra çıkan olaylarda Fenerbahçe‘nin kapatılmasına kadar gidebilecek çok büyük cezalar söz konusu olmuştu.

Saracoğlu o zor dönemde kulübe sahip çıkarak bu tehlikeden korumuştu. Bu büyük fedakârlığı ve hizmeti Fenerbahçelilerin ona gönüllerinde ayrıcalıklı bir yer vermelerini sağlamıştır.  

Fenerbahçe’ye çok çok önemli bir katkısı daha olmuştur. Kuşdili Çayırı‘ndaki araziyi Fenerbahçe Kulübü’ne kazandıran kişi Şükrü Saracoğlu’dur.

22 Temmuz 1998 tarihinde çok doğru bir iş yapan Fenerbahçe yönetimi Fenerbahçe Stadyumu’nun ismini Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu olarak değiştirmiştir. Fenerbahçeliler, bu vefalı davranışta bulunan kulüpleriyle ne kadar iftihar etseler azdır. 
Saracoğlu, Maliye Vekilliği döneminde, 25 Ekim 1929’da, tamamen kanuna uygun biçimde bu sahayı Fenerbahçe’nin üzerine almasını sağlamıştır.

***

Fenerbahçe’nin “efsane başkanı“ Şükrü Saracoğlu’yala ilgili bir anekdot anlatmak isterim: 
“(...) Kadıköy’de maç var. 
Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz stada giriş yapmak üzere geliyor. O sırada gözü takılıyor, bilet kuyruğunda bekleyen, yaşı hayli ilerlemiş bastonlu bir beyefendi görüyor. Dikkatlice bakıyor o da ne, bilet kuyruğunda bekleyen beyefendi Şükrü Saracoğlu!” ***

(Bu bölümü Yılmaz Özdil’in makalesinden aldım. Özdil küçük bir hata yapmış, onu düzeltmeliyim. Faruk Ilgaz o tarihte henüz Fenerbahçe Başkanı değil, Kongre Üyesi’dir.

Ilgaz, 1966-74, 1976-80 ve 1983-84 yıllarında 3 farklı dönem başkanlık yapmıştır.

Ilgaz, bulunduğu makamdan dolayı, istese şeref locasının baş köşesine oturabilecek bu büyük insana şeref tribününe kadar refakat ediyor.

Ve...Yanaklarından gözyaşları süzüldüğü görülüyor...) 

İnanabiliyor musunuz? 
Türkiye Cumhuriyeti’nde TBMM Başkanlığı, Başbakanlık ve çeşitli Bakanlıklar yapmış olan bir kişi maça girmek için bilet kuyruğunda bekliyor. 
Hatırlatırım, bu kişi Fenerbahçe tarihinde klübe en büyük hizmetlerde bulunan ve 16 yıl Başkanlığını yapan kişidir aynı zamanda. 
Zarafete, tevazua ve “insanlığa” bakar mısınız lütfen...

***

Fenerbahçe’yle ilgili bir başka anekdot... 
Şükrü Saracoğlu’nun oğulları Aydın ve Yılmaz dayıları Ali Oraloğlu’yla Ankara’da maça gitmek isterler. Şimdi sözü Saracoğlu‘nun oğluna bırakıyorum:

“Sene 1942... 
Babam Başbakan, aynı zamanda Fenerbahçe Başkanı. 
Ankarada’yız. Fenerbahçe’nin Ankara’da maçı var. Kardeşim ve dayımla birlikte maça gitmek istiyoruz ama havamız olsun diye bizi babamın götürmesini istiyoruz. Babamdan çekindiğimiz için söyleyemiyoruz, anneme söylüyoruz. Annem, babama aktarıyor, çocukları maça götür diyor. Babam, peki diyor. Hep birlikte Başbakanlık makam aracına biniyoruz, stada geliyoruz. Şeref tribününde oturup, sahaya en güzel yerden seyredeceğimizi düşünürken...

Babam şoföre sesleniyor, şurada dur, diyor. Cüzdanından para çıkartıyor, dayıma veriyor; haydi bakalım çocuklar, gişenin önüne geldik, gidin biletinizi alın diyor!” ****

Başka söze gerek var mı?

***

Atatürk’ün, fikir ve ideal arkadaşı, Cumhuriyet Devrimleri’nin yaratıcı ve uygulayıcı kadrosundan Cumhuriyet’e ve devlete büyük hizmetlerde bulunarak emek veren, büyük insan, gerçek “devlet adamı“ Şükrü Saracoğlu, 27 Aralık 1953 tarihinde, 67 yaşında bu dünyaya veda etti.

O da neslinin tüm fedakâr Cumhuriyetçileri gibi tüm yaşamını vatanına, ülkesine, devletine ve onları taçlandıran Cumhuriyet’e adamıştı.
 

Hepsi de dünya çapında iyi eğitimli, entelektüel ve zeki kişilerdi. Bu nitelikleri ile isteseler Türkiye’nin en zenginleri arasına girerlerdi. 
Bırakınız böyle bir yola tevessül etmeyi, bunu düşünmeyi bile ayıp saydılar. Tüm yol arkadaşları gibi Şükrü Saracoğlu da ‘parasızdı‘.

Bu dünyadan ayrıldığında eşi Saadet Hanımefendi ile birlikte Nişantaşı’nda kira evinde oturuyordu.

Cumhurbaşkanlığı dışında devletin en üst kademelerinin hepsinde de görev yapmış olan bu “adamın“ tek ‘mülkü’ Ödemiş’teki mütevazı yayla eviydi...

***

Eşsiz değerdeki devlet adamı, dürüst ve mütevazı büyüğüm Şükrü Saracoğlu’nun şerefli, onurlu ve saygın hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.

 

Özdemir İnce, Cumhuriyet’in Üç Fedaisi, S. 137, Tekin Yayınevi, 4.Baskı, İstanbul, Ağustos 2018. 
** age., S.153 
*** Yılmaz Özdil, Sene 1942..., Hürriyet gazetesi makale, 5 Mart 2014. 
**** agm.


 

 

 

 

 


 

  • Mehmet S. Nane

  • 6 Ocak 2023

Sayfayı Paylaş

Yorumlar

Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşın

leaf-right
leaf-right